2.5.09

Mevcut Kültüre Karşı Bir Yazı-Dikişi ya da Saf Geleceğin/Başka’nın Aktarıcılarından Bir Kültür-Olayı: “MonoKL”

Künye ve Süregiden Manifesto...

2005 yılının sonları ve 2006 yılının başlarında fikirsel temaları atılan, 2006 Haziran’ında da bir “yazı-dikişi” olarak gerçekliğe dokunan MonoKL (Mono Kurgusuz Labirent) 3 seneyi ve bu özel sayıyla birlikte 7 sayıyı geride bırakıyor: Artık dışarıya saçılan bir “kültür-olayı”, olmanın da yakınlarında dolanarak, sürekli kendi çekirdeğinde farklı bakışlar üreterek. Bu dolanma ile birlikte yaşamak, bizi şimdi ile geleceğin saf arasında mevcut kültüre karşı bir kültürel gerilla hareketi yaparken, geleceğin belirlenmemişliğiyle örtülü başkalığı açısından da dokunulmamış bir başkalık kültürünün aktarıcıları ve eyleyicileri haline getiriyor. Bu kültürel gerilla hareketi hiçbir şekilde şimdi ile salt yıkıcı bir yazgıyı paylaşmaz, onu kendisinde anlar ve dinler, onu simgesel düzlem içerisindeki yüzer-gezer imleyenlerin birbirine eklemlenmesinden oluşan üst-çatıya dikmenin hesaplarını yapar: Bu üst çatı insan imgeselliğinin ve onun ötesinde bilinemez gibi görünen gerçeğin simgeselliğe daha çok kaydedilmesi olarak işlev görür MonoKL açısından. İnsanın simgeseli yapılandırması ve özgürleşmesidir bu, ancak insan tarafından insanca kurulan bir simgesel düzen gerçek özgürlüğü temin eder. Bu da insan iradesinin, tarihsellik ve zamansallığın, başka’nın, ayrımın, nesnelerin, olayların, imgelerin, düşünümlerin, kişilerin adlandırılması ve kayıt altına alınarak anlamlandırılmasının düşünen-hayal kuran-yazan-yaşayan, olay-olan, varlığın en derin anlamı olan insani deneyim adına, en büyük deneyim olan kültür-olayı lehine işletilmesi demektir. Kurulacak deneyim bütün açısından, -ki hiçbir zaman bütün değildir ama her zaman bütünlenir- insanın, kültürel, sanatsal, edebi, özgür bir varlık olarak geçtiği bilinç-içi-dışı yolculuğudur.

Bu yolculukta kültürel göz ve çıplak göz rehberdir. Çıplak göz olayı yaşayandır, düşünümselleştirilmemiş olan bütün biçimlerin maddesidir, o yolculuğun ruh biçimindeki canlı gözüdür. Malzemesini, yaşantısını kültürel gözün tanınırlığına ve duygudaşlığına bırakır. Kültürel göz hiçbir şekilde kendisine başka olan çıplak göz ile –ki mevcut şimdi ile beslenir, onunla yolculuk eder- bağlantıyı, dönüşümlü etkinliği kesmez. Bu ikisinin sağlam ve farklı birlikteliği ancak gerçek bir kültürün dolaşımına imkan verir…

Şu ana kadar Manifesto, Işık, Patafizik Koleji, Görsel Şiir, Unutuş, Maurice Blanchot, Hegel ve Lacan Özel sayılarını geride bıraktık. Son iki sayıyla birlikte daha farklı bir açılıma giderek oluşumu Uluslararası kıldık. Bu da konunun uluslararası uzmanlarınca bize özel hazırlanan, dünyada ilk kez bizde yayımlanan ve yalnızca basılı olanı çevirme pasifliğinden kurtulan dinamik, aktif ve yeni bağlam inşa edici bir entelektüel yaklaşımın hayat bulmasını sağladı. Böylece akademik anlamda olsun, akademik-dışı alanda olsun eşanlı, yaşayan olayların ve tartışmaların canlı bağlamına eşsiz bir pencere araladık. Türkiye’de MonoKL’un açtığı bu uluslararası pencere birçok ilkleri barındırmaktadır. Gerçekliğe müdahale eden bu yazı-dikişini, Uluslararası Konferanslar planlayarak ve gerçekleştirerek konunun ilgilileri ve okuyucularımızda da etkin bir ilişkiler ağı içerisinde kültürel-olaylar uzamının yüreğinde yer aldık. Bu kültürel-gözü ve düşünen-uzaktan-bakmayı kapsayarak aşan mevcudiyetin canlı yüreğinde atmak, çıplak gözün yaşaması, gözlemlemesi ve öğrenmesi demekti. Bu atım, düşüncenin yiter göründüğü ama olayın içinde öylece tezahür ettiği bir mevcudiyet, bir başka-lık ve fark mekanında vuku buldu.

14-16 Kasım 2008’de, MonoKL’un Uluslararası Hegel Özel Sayısı’nın katılımcılarıyla Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılığının ana sponsorluğunda, Bahçeşehir Üniversitesi’nde 15 akademisyen ile Uluslararası Hegel Kongresi’ni gerçekleştirdik. Birbirinden zengin sunumlara eşlik eden canlı ve kapsayıcı tartışmalar ufkumuzu genişletti, bilincimizi allak bullak etti. Bu allak bullak olmaların, kültürümüzün alması gereken yolun uzunluğuna ve karanlığına ne kadar ışık tuttuğunu anlamak zorunludur. Düşünme ve yazı uzamına eklemlenen bu yaşamın-içi etkinlik, bize düşüncenin de yaşamdan öğreneceği sonsuz şey olduğu yasasını yeniden hatırlattı. Bu yasayı bütün etkinliklerimizde, yazı ve düşünce işlemlerinde aklımızda tutmayı sürdüreceğiz.

Elinizdeki sayının da 20-21 Haziran’da, İstanbul Fransız Kültür’ün desteğiyle bir organizasyonu var. Uluslararası Lacan Kolokyomu ile MonoKL olarak çığır açıcı etkiler yaratmış Jacques Lacan’ı ele alacağız. Türkiye’nin, mevcut entelektüel tartışmalarda adı giderek çok anılan ve bilinçdışı, dil, jouissance, arzu, büyük Başka, imgesel, simgesel ve gerçek, imleyen-imlenen gibi kavramsal katmanlarla mevcut düzeni çözümleyen Jacques Lacan’dan öğrenebileceği çok fazla şey olduğundan şüphe duymuyoruz. Özellikle bizim gibi yarıklar, boşluklar ve yoğun yabancılaşmalar yaşayan, arzu ve konuşma yitimleri içerisinde uçuruma yuvarlanır gibi yuvarlanan bir kültürün ve bireylerinin analizinde Lacan farklı kanallar açacaktır…

MonoKL olarak başından beri çoklu metinler yazmayı, canlı bir manifestonun zorunlu şartı olarak gördüğümüz içindir ki yazının, yazarı öldüğünde bile kendini başka biçimlerde yazmayı sürdüreceği düşüncesinin izindeyiz. O yüzden genelde bir metni düzenlemek, geliştirmek yerine yeni bir tanesini yazma yanlısı olduk. İnanıyoruz ki her metin zamanla ve gerçekle özel bir karşılaşmadır ve bu karşılaşmalar hakikati besler, büyütür. Öte yandan gelecekten başka bir zaman ve gerçek içerisinde, yazının/yaşamın geçmişine yapılacak dışsal bir müdahale deneyimin biricikliğini sarsacak ve bir yer/hafıza yitimi yaşatacaktır. Yine de gelinen noktanın özgünlüğü açısından, kayıt altına alınan birliği yıkmak yerine zenginleştirecek bir açılar çokluğuyla, yazarın müdahale riskini göze aldığı kimi özetlemeler yapmak yerinde olabilir. Kaldı ki, geride bırakılan yazı gibi yazar da yazdığı üzerinden yeni bir anlamlandırma denemesinden kendisini alıkoyamayacaktır. Bu geçmişe yapılan dışsal bir müdahaleden çok, yazının bilinçdışına erişmiş oyun alanının yeni kazanılmış bilinç perspektifleri ve başka ile saf karşılaşmanın sunduğu farklı deneyimler açısından yeniden bir değerlendirilmesidir. Geçmişteki parçaların şimdide yeni bir anlam kazanması tam da bu nedenledir ve geçmişteki o özel karşılaşmaların geleceği değiştirmesi kavrayışı çağımızın, Freud ve Lacan ile birlikte, önemli kazanımlarındandır. Kuşkusuz, bu yeniden-değerlendirmenin yaşanmış olayın tinsel bütünlüğünü zedeleyici olmaktan ve geçmişin mirasının reddedilmesinden çok yaşanan anın ve geleceğin daha da iyileştirmesine, kültür ortamının aygıtlarını ve insanlarını güçlendiriciliğe hizmet etmesi gerekir: kısacası, “çıplak göz ile kültürel göz arasındaki denge salt bir kuruculuk ya da salt bir yıkıcılık açısından değerlendirilemez.” Lacan üzerinden gidecek olursak, imleyenler düzleminin düğüm noktalarına verilecek yıkıcı bir zarar, kurucu bir’in, Baba-nın Adı olarak yerleşmiş hakikatsi yapıların simgesel olarak yansıyan bütünlüğüne yöneltilen ve imleyenler-imlenenler mantığını yok sayan bir şiddet/hınç okuması, tümden bir alaşağı etme, kendisini üstte simgesele, altta da gerçeğe bağlayan imgeselin kendisinin tümden bir yadsınmasıyla sonuçlanacaktır: -sözde- özgürlük adına bile olsa, bireyin öldüğü yerde kültür de yaşayamaz.

Gerçeklik ne yeniden tümden kurulabilir, ne de gelecek bütün geçmişten öylesine ve öylece azad edilebilir. Dokunulamayan, tanınamayan, ifade edilemeyen de olsa Kant’ın kendinde-şeyini çağrıştıran Lacancı gerçek, bütün kayıt altına alma biçimlerine, başka ile arzu ile kapatılamayan bir karşılaşma, bitmeyen bir boşluk hissi çerçevesinde katkıda bulunur. Bilinçdışı toplamın bu yarığı yalnızca olumsuzluğu değil, karşılaşmanın olumlu sonsuzluğunu da garantiye alır ve bizi her zaman kendimizden başka’ya, imsegelimizde de simgeselimizde de yeterince çağrılmayan başka bir deneyim düzlemine iter: Bir anlamda insan özgürlüğünün temelini her zaman kendinden-başka’da bulacaktır demektir bu.

Başka ile karşılaşmanın, yaşamanın sunacağı saf belirlenmemişliğin ve kendimizde olan fakat keşfedemediğimiz bilinçdışı örüntülerin vereceklerinden başka bireysel bir farklılık, değişim, devrim heyecanı yoktur. Öte yandan çapraşık ve karışık bireyselliklerin, kültürün kendi içindeki dolambaçların sunduğu başka yaratımların da olanağı her zaman mevcut olmuştur, ve bunlar daha çok toplumun değişiminin anahtarını elinde tutar: Bunu belirli bir imleyenin, Lacan için bir, ya da simgesel düzlemin baskın anlamları haline gelmesi olarak düşünebiliriz. Yine de bu toplumsal örüntülerin değişimdeki rolü genelde düşünümselliği değil ama mücadelenin ansızın ortaya çıkardığı ansal betimlemeleri ve bir araya gelmeleri içerir: yüzer-gezer imleyenlerin bir anda imgesel bağlanımlarla birlikte, simgeselin bile önüne geçemediği bir fışkırma, gerçeğe de sahip olmuşçasına üzerine gelen bu saf anlam yapısıyla baş etmesi olanaksızlaşır. Burada düşünümselik, olan olduktan sonra etkinleşir, apres-coup ancak yaşananın fışkırmasından, simgeselin belki de köklü bir yeni-anlamlar bulutuyla çevrilmesinden sonra devreye girer.

O yüzden düşünümselliğin, olaydan kopuk, geçmişe doğru giden tehlikeli gerilemesi, toplumsal düzlem açısından her zaman tehlikeli bir yol olmuştur çünkü toplumsal dönüşümlerde bireysel düşünümselliğin ya da daha ötesi saf düşüncenin rolü düşünüldüğü kadar güçlü olmamıştır: Tarihi alıp götüren daha çok bir anda meydana gelen –elbette ki kaynaklarında düşünümsel izler/kökler bulunabilir- bir araya toplanmalar, ard arda gelmeler ve bastırılmaların kuvvetli bir ansal/eylemsel fışkırmasıdır. Belirli imleyenlerin (tarihte Komünizm, Liberalizm vb.) baskınlaşması ve bir’in –ideolojinin çatısıdır- görünümlerine girmesi, yaşamın, saf olayın, gelecekten gelenin ve gelişi görülmeyenin mevcut gerçekliği delip geçtiği bir farklar toplamının yeni gerçeklik biçimi almasına kadar gider. Elbette bu farklar toplamının aslında gelecekten gelen olmadığı, başka’ya saygı görünümünde bir şiddet rejimi ortaya çıkarması da olasıdır. Bu durumda olan bittikten sonra birden saf gelecek imkanının ve başka’ya, özgürlüğe saygının gerisin geriye bilinemez ve yaşamaz görünenin alanın yani gerçeğe doğru çekildiği ve bütün iyileştirici imleyen yapılarının, gösterilenlerle arasındaki bağları keserek yaşanacak olandaki köklerini geri çektiği görülür, o durumlarda (İran Devrimi örneğin) başat imleyen yapısının kendisi yeni bir dönüşümün emeğine doğru gidemeyecektir ve tahakküm ile şiddet aracılığıyla simgesel düzen korunacak ve kalıcı kılınacaktır.

Türkiye örneğinde, mevcut paradigmayı gölge olarak kullanan ve başka’ya, ayrıma, olumsuzluğa saygı gibi iyileştirici imleyenlerin arkasına gizlenen bireysel kültürel gözün bütün geçmişi, tarihselliği ve zamansallığı reddedici, küçük düşürücü, aşağılayıcı –ki, zamanımızın moda eğilimidir- tavrı bizatihi kendisinin bir yerinden edilişine, alt üst oluşuna neden olur çünkü çıplak gözün dolaysız dünya-kurucu doğası, geçmişin şimdiyi kuranın kendisi olması ve birçok eklemleme barındıran yapı içerisinde kültürel gözün önceki durumları zincirden koparması, kendi varoluşunun hastalanmasına yol açacaktır. Bu hastalanma; kurucunun, bir’in, Baba’nın Adı’nın görüşü, bakışı, düşünmeyi, her türlü tarafsız kültürel etkinliği tehlikeye atarak, yıkıcı bir yüzer-gezer imleyenler (ki bunlar çoğunlukla olumsaldır ve çoğunlukla şiddetle, tahakkümle ve örgütlenmeyle kurulacak söylemlere eğilimlidirler çünkü simgesel her zaman içinde kopmanın, başkaldırmanın rejimini barındırır) saldırısıyla, kurucunun çatısı altında onu tümden-yadsıyışın bir rejimi içerisinde yapılır. Elbette bu saldırının tarafları –başat bir söylemin figürleri olarak- sanal düğüm noktaları ve anlamlandırma denemelerine girişirler, tarihin parçalarını köklü okumalara tabi tutarak ve örgütlenme biçimlerini başkaldırının sinsi kurban etme ve başkasızlığı güdümleme yönünde cesaretlendirirler. Nesnelerin, olayların, kişilerin, duyguların, tarihin, temsillerin, bağlanımların inşa edildiği simgeselin bu olumsuz saldırı karşısında kendi içinde bir yitişle karşı karşıya kalması kaçınılmazdır: iletişim kesilecek, anlamlar bulanıklaşacak, başka’ya saygının simgeseldeki bütün tarafları anlama, duyma, hissetme aleyhine yanlış bir şekilde işletilecektir. Oysaki simgeseli geliştirmenin yolu, kendisinde-olmayanla ona saldıran bir söylemler karmaşasını, böylesi bir yıkıcı kopmayı üstlenmek değildir. Kültürün gerçek önemini kavrama ve bireysel söylemlerin farklılaştırıcı çatısını, insanların temsil ettikleri değerlerinin imgesellerini ve daha da ötesinde tarihle, hafızayla yüklü fakat bizim dışımızda görünmezcesine hareket eden gerçeğe saygı, simgeseli bireysel güç üzerinden imgeselleştirmenin yegane yoludur. Ansal bir araya gelmeler, Aydınlanma’nın akılcılığı abartışı yüzünden bütün ilerleme, gelişim, kültürel toplum ideallerini çöpe atan bir cemaatleşme, liberal sol aymazlığı ile düşünümsel bir –kapitalist- örgütlülük içerisinde gerçekleştirilmeye çalışıldığında; tarihsel kendiliğindenlik, kurucunun iletişim ortamını sağlayıcı ve doğal olarak başka’ya saygıya evrilme pozisyonu, toplumların bütün bireylerinin etkisinin olduğu simgesel düzenin çoğul ve değişken ortamı, bir araya gelmelerin, saf gelecekten şimdiye düşmelerin mevcut olmayan fakat gerçek olan biçimleri yok sayılmış olacaktır. Böylece simgeselin, imgeselleştirilmesinin, insansılaştırılmasının, kültüre açılmasının yolu da kapanır çünkü devrimler, düzen değiştirme denemeleri başka’nın, saf geleceğin ekonomisinin şimdi’nin imleyenler ağına dahil olmasıyla, bilinçdışı yön göstericilerin işin içine girmesiyle, simgesel düzenin içinde fışkırmaya hazır siyah altın benzeri bir alt-yapılanma, kopma eğilimi hazır olduğunda vuku bulur. Bütün bunlar bireysel söylemin de gücünü aşar, düşünümselliğin planlarını da. Böylesi söylem alanlarının varlığı kültürü yalnızca geriye götürecektir.
Bu kültürel-gözlük, bireysel üzerinden simgeseli/gerçekiği tahakküme altına almaya çalışan tek gözden bakma hali, gelecek açısından da çıplak göz (düşünümsellik olmayan bütün biçimler) açısından da yalnızdır. Yabancılaşma, karmaşa, nesnelliği yitirme ve geçmişten bir hınç, intikam kültürü doğması, bireyleşme yerine dinsel cemaatleşmenin ülkeyi sarması Türkiye’nin bütün alanlarında son dönemlerde yaşanan bir hastalık ve yalnızlaşma durumu değil midir? Kültürel-gözün bu tip temsilcileri yalnızca çokluk içerisinde birey olabilir ve ancak iktidarın desteğiyle yaşama hazzını sürdürebilir, oysa yalnız başlarına onlar yoktur, hep bir gürültüye, sese ve yabancılaşmaya ihtiyaç duyarlar. Kendisi için-de varolamayanın, toplum içinde varolmaya çalışması güce arzunun dayanılmaz göstergesidir ve güç her zaman için bireyselliğin elde tutamadığı, kontrol edemediği mecralara savrulan bir hortumu andırır.

Gerçek-te olmayan bireysellik üzerinden topluma akan bu söyleme biçimleri, bu çok ile yalnızca var olabilen kuru düşünümsellik ve çıplak gözsüzlük (ki düşünümsellik-olmayanlar yaşamın saf özü olduğu oranda yaşamsızlığı temsil eder) üzerinden toplumsalın alanında sergilenen sınır tanımazlık, hukuksuzluk, mevcut ve baskın kültürel analizin, boyunu aşan yerlerde ayaklarının yere değdiğini iddia edercesine yüzmesi değil midir? Olayın temsilleri üzerinden bir yargılayıcı konumuna geçen böylesi bir düşünümselliğin, kültürel gözün bireysel ve zenginleştirici düşünümün alanını terk ederek, bir yapı, toplumsal bir tahakküm, herkes için bir hakikat biçimi olma sevdasıdır sözkonusu edilen. Esasında yararlı olan minör düşünümsellik, tarihin unutulmuşlarını, ayrıntılarını ifşa etme ve bunları genel bir söyleme ve tartışma içeriğine ve onun yapılandırılmasına evrilir göründüğünde çatlamalar başlar. Gelecekten gelen, yaşanmakta olanı sürekli besleyen olay ve onun artçı uzantıları bu geçmişe karşı –daha doğrusu onun temsillerine karşı- yürütülen hayaletimsi savaş içerisinde görünmez olur. Kültürün olanağının yok olmaya başladığı andır bu. Temsiller, geçmişin kendisi değilken, düşüncenin temsillerini yaşamın biricik okunuşu olarak bir hesaplaşma ve o hesapta ideolojik bir yoğunlaşma haline döndürmek sığlığın, kültürel sığlığın da belirtisidir ve tam da bu nedenle geçmişin eleştirel bir sürece tabi tutulması gerekir. Fakat bu süreç eleştiriyi ana madde haline getirmez, kendisini sonsuza kadar bölen bir kendiliğin tekrar eden yabancılaşmasını üstlenmez. Simgeselin imleyenlerine karşı gireceği külliyen bir mücadelenin kendisinin ve toplumun benliğine karşı doğrultulacağını bilir. Onu yapısal bir araç olarak kullanır ve minör durumları bir zenginlik olarak görerek, çıplak gözle bu minörlüğü besleyerek, varolana farklı bir şekilde bakmaya doğru yöneltir: ama bu bakış, şiddetin uzamına doğru görünmez bir ihlali doğurmaz. Medyadan, kamu kurum ve kuruluşlarına birçok önemli alanda iktidarın çeşitli müdahaleleriyle de desteklenen geçmişi düşünsel görünen söylemler üzerinden bir yeni-kayıt altına alma (olmayan bir geçmişin dokusunu canlandırma), geçmişin tekil karşılaşmalarını bulandırma, minörü baskın kılma ve farklı bir dinsel kumar içerisinde gelecek için tahakküm altyapısı kurma değil midir yaşanan? Bu yaşanan kültür-olayı; bir olaysızlık, çıplak-gözsüzlük ve yok sayan –geleceği, başka’yı- olduğu için geriye doğru giden bir travmatik çıkışsızlıktır: hem bir aporia hem de bir impasse’dır. Yargının da bu geriye-gidişli, şimdiye yansımayı beceremeyen tahakküm alanlarının çekimine sokulmaya çalışılması işin en umutsuzluk verici yanıdır… Peki, kültürel gözün bu düşünümsellikte kalan (ki bize göre bu sahte bir düşünümselliktir esasında) bu tür bir geçmiş-okumasına neden karşı çıkıyoruz?
Kültürel göz doğası gereği bir sonradan-okumayı kayıt altına alabilir ancak, Hegel’in çok haklı bir biçimde belirttiği üzere düşünce ancak olanın üzerine bir düşünmedir: fakat karşısında olanın üzerine bir düşünme olduğunda ancak yaşamı ilerleten olay olabilir bu düşünme. Ancak eylemle, bakışla, duymayla, hissetmeyle ilişkili olduğunda bu düşünme, yaşamı sarsabilir, ona başka bir renk verebilir. Geleceğin saf belirlenmemişliğine bir kapı aralayarak insan olan bizlerin geleceğini özgür bırakabilir. Karşısında olmayanın üzerine şimdinin değer yargıları üzerinden bir düşünme, bu durumda geçmiş üzerine düşünüm ruhundan, başka’ya saygısından ve olayın capcanlı muhteşemliğinden yoksundur. Geleceğe açılacak kapı yerine, geçmişin kapılarını baltayla kırmaya varacak kadar şiddet dolu bir geçmiş kültürü karşımıza getirildiğinde, bu soyutluk bir hayalet görünümünde zihinlerimizi işgal ettiğinde, giderek kültürel gözün “başka”, “kendisine bir yabancı” olarak gördüğü bir doğum çukuruyla yüzleşmek zorunda kalırız. Doğmuş olan bizizdir ve doğduğumuz mekan ve ona ait biricik olay şartları yok edilmek istenmektedir. Bu yüzleşmede, yüzleşilen ortada değildir, olay yoktur, yaşam çekip gitmiştir. Yüzleşme bittiğinde bize dair bir şey de kalmaz içimizde çünkü çukur bizi doğuran çukurdur, onunla tam bir kopuş gerçek bir travmanın başlangıcıdır.

Ölümlerin olduğu yerde ölçümü yapmak için kültürel gözün sığınacağı tek mağara vardır: “geçmişin temsillerinin kayıt altına alındığı, somutluktan yoksun düşünce soyutlamaları.” Bu soyutlamalar bir roman içerisinde edebi bir zenginliğin konusu olabilirler elbette, bu soyutlamalar kimi köşe yazarlarının yazmak zorunda olduğu karakter sayısına erişilmesinde başarılı bir şekilde aracı da olabilirler, ya da insanların düşündüklerini söyleme özgürlükleri olarak tekil tezahürlerde karşılık da buluyor olabilirler, bulmalıdırlar da. Fakat iş tikelliğin ve tekilliğin prangalarını atarak, şimdiyi geçmişin kanlı bir üretimine boyamak olduğunda, düşünmek taraf olmaktır diyerek söyleme özgürlüğü başka yaşam biçimlerinin aleyhine eyleme özgürlüğüne doğru dönüşmeye başladığında, geçmişin mirasını daha fazla üstlenenler ve geleceğe iyimserlikle bakmak isteyenler bu kanlı-şiddet dolu nefret karşısında, bu sözde-özgürleştirici gerçekte hasta edici baskılama başkaldırısında, yok olmaya ve korkmaya başladığında; başka’nın hakkı için ben’lerin mağarası tümden istila edildiğinde; kurucu simgeselliğin alanı salt bir imgeler ve özlemler hayaline feda edildiğinde; işte o zaman özgürlük, kültür, gelecek tehlike altına girmiş demektir.
Burada kadar kültürel gözün bu işi hakkıyla (olumsuz anlamda) yapması durumunda gelebileceğimiz noktaları açıklamaya çalıştık. Fakat farklı bir noktayı da vurgulamaktan çekinmememiz gerekiyor. Bazı durumlarda geçmişin yeniden okunması, ezilenler adına, kapitalizm karşıtlığında vuku bulduğunda ve kültürel göze çıplak gözün kitleselliği ve kendiliğindenliği, örgütlülüğü eklemlendiğinde tarihte devrim olarak anılan birçok olay meydana gelmiştir. Kısacası, kültürel göz tam bir yıkım ile tam bir devrim arasındaki ince noktalarda salınabilir, buna yeteneklidir fakat devrimin olanağı en azından tarihsel olarak çıplak gözle, Lacancı dilde simgeselle, dilin kendisiyle yapıcı bir ilişkinin de tarafı olmayı getirecektir: bahsettiğim üzere bu ilişkinin kendisi aynı zamanda gelecek ile, başka ile saf bir ilişkidir ve mevcut imleyen-düşünümler ile ölçülemez konumdadır: Ansallık, birden yoğunlaşma ve bastırmanın birden hafızaya çıkışı gibi özellikler sergiler bu konum. Burada bahsedilen konumdaki metafiziksel şiddet görünür bir şiddettir ve tarihsel kayıt altına alma biçimleri ve temsiller aracılığıyla unutulmamaya yazgılanır.
Öte yandan yeniden konuya dönecek olursak, Türkiye’deki kültürel gözün –burada yazı boyunca bahsedilen geçerli/baskın paradigma anlamında kültürel göz- liberal sol ya da muhafakazar demokratlık adına giriştiği denemeler bastırma, unutturma ve kendi cılız hakikatini egemen tahakküm yapma biçiminde cereyan etmektedir. Devrimin geldiği anda görünürlüğe bürünen şiddetinden daha üst boyutlarda bir ele geçirme bu cereyan etmede başroldedir. Zira buradaki tahakküm biçimleri kapitalist iletişim araçlarının da desteğiyle görünmez şiddet çeperleri ve bu çeperlerin yayılım alanlarını üretmektedir. Geçmişin bastırma, unutturma ve hakikat yok etme örnekleriyle dolu olduğunu söyleyen bu tarz bir gözün, en çok da kendi ruhunun inceliklerine, insan varoluşunun dengelerine, kültürün ve eğitimin önemine, yazı-olayının muhteşemliğine eğilmesi beklenirdi: oysaki akademisyenlerinden, gazetecilerine ve politikacılarına kadar büyük bir çoğunluk bireyleşme yerine cemaatleştirici, çatılaştırıcı ve başka’yı yoksayıcı, yazıyı, kültürel üretimi değersizleştirici hayatlar sürdürmektedir. İçlerinde kimileri böyle bir yaşam sürmese de, anlayamadığı, konumlayamadığı simgesel hayatın, gerçeklik düzeninin içinde bu hayat biçimlerin güçlenmesine izin vermektedir. Tutarlı bir şekilde minörlüğü ve saf bireyselleşmeyi savundukça, uzamı küçülen fakat düşüncesi farklı çeperlere ulaştıkça tahakküm dolu bütünselliğin içinde büyüyen –gerçekte yiten- bir boşluğun içindedir. Bu boşluk, onun minörlüğünün boşluğudur. Bu nedenle burada şimdiye kadar kültürel göz olarak anılanın gerçekte biz kültürel göz olmadığını, geleceğe ve yaşama bir kültür olayını, bir yazı olayını bahşedemeyeceğini anlamalıyız. Mevcut aydın, entelektüel tipinin Türkiye’de neden gerçek bir kültür ortamı yaratamadığını ve bu ortamın varolan gerçeklik düzeni üzerinde ciddi anlamda dönüştürücü bir emeği neden doğuramadığını hep birlikte bu açılardan da sorgulamamız yerinde olacaktır…

Çıplak göz –ki, çıplak göz, yaşamın olmuşluğuna, insanın arzularına, gelecekte olanla yapılacak karşılaşmalara, hakikatin zamansallığına, dünya-içindeki varlığımıza, yaşama istencimize doğrudan bağlıdır ve bize düşünümsel-olmayan bütün gelecek ufuklarını sunar- geçmişin tıpkı bir gelecek gibi değerlendirilmesi açısından yalnızca yaşanmakta olan biricikliğe bağlı hisseder kendisini: yazılmış, yayılmış, soyut temsiller yerine yaşamsal tezahürlere gözünü diker. Geçmişin yeni bir biçimiyle karşılaşacaksa, olayı duyar, hisseder, düşmanlık hislerini ondan uzaklaştırır, anlamaya, saf bir anlamanın eşiğine gelmeye çabalar: bunu bize kadar taşınan gizliliğin üstünü açarak yapar ve onu farklı bir geleceğin zengin olay malzemesi içine karıştırır. Bilir ki, geçmişin olaylarına karşı, orada şimdi açısından haksızlıkmış gibi görünen birçok olaya karşı alacağı düşman, hınç taşıyan ve intikam alıcı bir tavırlar silsilesi geleceğini yaralayacak ve yaşanmamış olanı/geleceği bu duygular ekonomisinin melankolisine teslim edecektir. Bu teslim olma, gelecek için yas tutma, düşüncenin ve duymanın saf geleceğe biçtiği özgürlük, dostluk, arkadaşlık ve hayal kurma işlevlerinin önüne geçip, bütün ben’leri kurban ettiğinde, kültür ölümün kucağına atılmış demektir ve ölümün kucağında olanlardan ne bir özgün kitap, ne bir özgün düşünce biçimi, ne dünyanın ışığının buradan yayılmasını sağlayacak özgün bir yaşam deneyimi, toplamında gerçek bir kültür olayı, ne de zamansızlaşacak bir yazı olayı beklenebilecektir: daha tam bir deyişle, onlardan alınan ve onların bize verdikleri çıplak göz için hatırlaması ve unutmaması gereken bir yas biçiminden başka bir şey olmamıştır, olmuyor ve olmayacaktır. Yas tutmak, yaşam içerisinde, olay anında ya da olayın kısa bir süre sonrasında gerçekleştiğinde anlamlıdır, değerlidir: bütün yaşam boyunca tutulan yas ise, ölene de ölüme de insana da saygısızlıktır. En önemlisi sürekli yas ve bu yastan doğan ele geçirici söylemsel şiddet hali duyulmak için bekleyen yaşama, olaya, başkasına ihanettir. Olayla karşılaşmayı, yaşamla biricik gerçek teması, başka ile olan ölümcül değiş tokuşu ve ondan doğacak hakiki saygı ekonomisini biz doğrudan çıplak göze borçluyuz. Bu çıplak gözün, Batı Metafiziği’nin kimi zaman pek de katılmadığımız bir okunuşu bağlamında -ışıkta olmayanın, düşünsel olmayanın ve yaşamsal olanın hakkının teslim edilişini ve yoğun bir çözümlemesini- Blanchot, Levinas, Deleuze ve Derrida’da sıklıkla görüyoruz, duyuyoruz…

Burada not edilmesi gereken, fakat üzerinde çok fazla durmayacağımız bir başka nokta da, diğer kutbun da –rejimin sadık, donuk, kültürel-göz yoksunu destekçileri diyelim onlara- bizim açımızdan desteklenemez bir düşünümsüzlükte olduğu ve saf tarihselliğin kuruculuğu ile aktarılan temsillerin gölgesinde, sorgulamaksızın, dünyayı, değişimi, kültürel etkinliğin özünü anlamaksızın öylece yaşamaya devam ettiğidir. Çıplak gözün önemi de ancak düşünümselliğin, olan üzerine düşünmenin, yazı-olayının ve bireyselleşmenin kültürel-göz etrafındaki perspektifleriyle olanaklıdır. Kurucuyu, bir’i, mevcut düzeni, iyileştirici imleyenlerin uzağında bir donukluğa teslim etmek de kültürün, gelişimin, eğitimin önündeki temel engellerden birisidir. Simgesele yapılan bütünsel bir saldırı –ki yalnızca daha düşük bir simgesel doğuracaktır- karşısında simgeselin saf bir korunuşunun yanında da yer almıyoruz. Onu özgürleştiren, kültüre, insana ve saf başka ile geleceğe açan bir bütünsel bakış, hakikat –zamanla beslenen hakikat- gözü, kültürel göz olmadan Türkiye olduğu yerde, sorunlarını çözemeden, dünya medeniyetlerinin ardından nal toplayarak saymaya devam edecektir. Böylesi bir statükoculuk da, devletin saf korunuşu karşısında bireyi, geleceği kurban etmektedir. Bu kurban etme, simgeselin daha da çok simgeselleştirilmesi demek olacaktır ki, kültürün ölüm seviyelerinde direndiği bir noktada, biz insani imgeselliğin taraftarları olarak bunun da karşısındayız. Liberal sola ateş püskürürken, donuk ve halktan, kültürden kopuk bir geçmiş-sola da destek vermediğimiz kendiliğinden açıktır…

MonoKL, bu Kurgusuz Gelecek Okulu, çıplak göz ile gerçek bir kültürel gözün sentezinden doğacak bütün olaylara, bütün yazılara ve sonsuz ayrımı içerisindeki birleştirici bir kültür çatısına adanmıştır. Hem kendi içindeki gelişiminde hem de okuyucuları ile olan ilişkisindeki hareketinde giderek düşünce ve yazı kültürüne etki etmeye başlayan bir yükseklik deneyiminin ardına düşmüştür. Bu amacı giderek ete kemiğe bürümekten de memnuniyet duymaktadır. Bu yükseklik deneyimi, gerçekliği olduğu haliyle anlamaya çalışan, onun mevcutluğunu oluşun masumiyeti ve insanın ona eklemlenmesi üzerinden okuyan, başka’ya ve geçmişe saf saygının bir biçimi olan çıplak gözün/yaşam gözünün ve ona başka gelecekler yakıştıran, ona özgürlüğün, adaletin ve bütün açmazları içerisinde insan olma onurunun renklerini değer gören üstün ve devrimci bir düşünümselliğin tarafı mercekli gözün/kültürel gözün aralarındaki mücadeleden doğmaktadır. İkisi de özgün MonoKL deneyimi açısından vazgeçilmezdir, daha da vazgeçilmez olan ikisinin canlılığı, yazısı, teoriyle beslenen eylemi içindeki bu mücadelesidir. Bu bitimsiz mücadele yeni olayları ve karşılaşmaları zamanın hakikatsi deliklerinden içeri sızdırır ve zaman bu deliklerden nefes almayı sıklaştırdığında yeni kültürün doğumu hızlanır. Ancak bu mücadelenin doğru bir okuması, bu tanınma savaşının kışkırtıcı olaylarını insan bilincinin gelişime sunabilir. Ancak bu okumayla, kültürün ve insan olmanın sırları mevcut kayıt altına alma biçimlerinin en korkulanı olan kapitalist tahakkümün insanı köleleştiren, tektipleştiren ve demokrasi, özgürlük, liberalizm söylemleri altında birey olmaktan çok bir bağımlı hasta olmaya iten mekanizmalar aleyhine ifşa edilebilir:

MonoKL, kapitalist yaşam biçiminin karşısındadır; kültürün, yaşama ve düşünme, karşılaşma ve kimseye karışmama (ne benlik içerisinde erime ne de kişiliğin başka’ya kurban edilişi anlamında) özgürlüğünün yanındadır.

MonoKL kapitalist ekonomi uzantıları içerisinde çalışanların yalnızca işlerini yapmaya daha çok yarayacak bir özgürlük etiği içerisinde konumlandırılmasına karşıdır. Geleceğin saf belirlenme mantığını taşıyan bir teknoloji hükümranlığı yerine, başka’ya olduğu kadar geleceğe de saygı duyulmasını sağlayacak araçsal bir teknoloji çatısının kurulmasını istemektedir. Bu çatının insanı robotlaştırmak yerine onun kendisini daha çok fark etmesini, kendisinin birey olarak bizatihi bir mucize-olay olduğunu kavramasını, biricik kültürel gelişimin imkanını sağlayacak şekilde yapılandırılmasını talep etmektedir.

MonoKL yapıların aktarımı dediği şey açısından nesiller arasındaki iletişimin, geçmişin temsilleri ve düşünce soyutlamaları denen şey üzerinden yapılmasının yanındadır: fakat bu temsillerin kültüre, geleceğe ve özgürlüğe hizmet etmesi dışında atacağı bütün nefret, hınç, bulandırma ve salt minörleştirme, yabancılaştırma eylemlerinin karşısındadır.

MonoKL, çıplak gözün statüko yanlısı tekliğinin de tam karşısındadır. Kültür, salt geçmişin donuk temsilleri üzerinden bir yazgıya terk edilemez. Çalışmak, emek vermek, dünyayı ve gidişatı anlamak, mevcut ve yaygın analiz biçimlerini uygulamak ve onların daha da ötesine geçecek bir üretim, sanayi ve yazı kültürünü kurmak özseldir. Saf devletçi tarafın, köhne ve donmuş kalıp içerisinde hareketi, gelişimi yasaklayan bu tavrı kabul edilemez.

İnancımız geçmişin sabitlikleri olmadan hiçbir geleceğin, hiçbir kültürün korunamayacağı ve sağlam bir insan medeniyeti inşa edilemeyeceği yönündedir. Ama bu sabitliklerin kendisi zamansal/tarihsel oldukları anlamında hiçbir şekilde değişmez değildir. Sadece bütün yapılar arasında tanınırlığı ve iletimi sağlayacak kadar bilinir olmaları anlamında sabittirler: zincirin geride bırakılan halkası ile şimdideki ve ilerdeki halkaları arasındaki teması mümkün kılmaları bağlamında bir mevcudiyet biçimi olarak. Bu değişmeyecek hiçbir şey yok demektir, bir şartla: çöpe atılacak, hakikate eklemlenmeyecek de hiçbir şey yoktur. Ve bu eklemlemenin kendisi bütünde ve bütünün anlamına değişirken, parçaların canlı özleri orada öylece iletim ve aktarım açısından işlev görürler ve zamanın bir anı için sabittirler. Düğüm atıldıktan sonra özgür kalırlar.

Kant’ın transandantal dedüksiyon’da ben’in bir arada tutucu ve deneyimden gelmeyen birleştirici tamalgıya/apersepsiyona vurgusu –ki özgürlüğün en yüksek çözümlemelerinden birini sunar; Hegel’in kapsayarak aşma mantığına eklemlenen zamansal bir hakikat çatısı; Freud’un içimizdeki başkaların biçimi ve tasviri olarak bilinçdışı devrimi; Marx’ın varolanla yetinmeyen gelecekçi, özgürlükçü, kardeşlik yanlısı değişim yanlışı duruşu ve tarihsel okumada büyük açılımlar getiren sınıfsal okuması; Lacan’ın bireyin kuruluşunu simgesel, imgesel ve gerçek ve imleyen-imlenen ekonomisi üzerinden açıklama biçimleri; Blanchot’nun yazı ekonomisi içerisinde farkları, fark etmeleri, saçılmaları ve yaşam olarak dışarı düşüncesini dile getirmesi; Bataille’ın ihlali gelişimin olanağı ve gelecekteki düşünümsüz düşünümselliğin yegane biçimi olarak kavraması; Heidegger’in bir imkanlar ve duygusal kaygıların/endişelerin yansıması olarak insan varoluşu ve hakikatinin açılması olayı; Deleuze’ün olay olarak yaşam ve öngörülemeze açılmış felsefesi; Levinas ve Derrida’da gördüğümüz başka’nın algısına, isteğine, yargı olarak etik’e ve başka’nın duyuluşuna saf bir saygı,,, Dostoyevski’nin yaşam-içre saf dünyası, Kafka’dan modern dünyanın gerçek etiği vb…,,, işte MonoKL’un şu ana kadar beslendiği ve okulunda ele aldığı temel kaynaklar bunlardır. Ama daha önemli, daha temel bir kaynak vardır: o da bizlerin, okuyucuların, MonoKL’un yaşamlarıdır, yaşam olaylarıdır, yazının içindeki devinimimizdir: bu minik toplumdaki, bu yazı serüvenindeki birikimdir, eşsiz deneyimdir. O yüzden amacımız bu isimlerin tarafları olarak, genelde Türkiye’de yapıldığı üzere onların Türkiye-şubeleri!! olarak sahte bir söylem, etkinlik, eylem gücü yaratmak değildir. Arzumuz, düşüncenin bu en güçlü, en zengin isimlerinin bir izleyicisi olmak değil, onların düşünüm ufuklarından faydalanarak Türkiye’yi dünya üzerinden, kültürün bütün yükseklikleri üzerinden anlayan, onun kültür ortamına evrensel bir katkının ışığını düşürecek bir bağlam inşası yaratmaktır: bu kendimizi yaratmak ve üretmek demektir. Bu bağlam inşası içerisinde en büyük başarımız kendi tekil yaşamlarımızın yettiği ölçülerde kazandığımız deneyimleri bir araya getirmek ve paylaşmaktır. Bu bir araya getirme, geleceğe inanç olmaksızın, bu ortak çalışma ve niyetsellik olmaksızın MonoKL varolamazdı, olmayacaktır da.

Bu yüzden bir okuldur MonoKL, kendisini geliştirmeyi bir taklit, bir düşünce izleyiciliği olmaktan çıkarmak ve yazı ile eylem yaratmak, olmayanı gerçekliğin kalbine hakikati salmak olarak görür. Elbette ki beslenme kaynaklarına hakkını vermek ister MonoKL. Türkiye toplumunun potansiyel kültürel imleyenlerinden ve imlenenlerinden güç alarak, yaşamın buradaki olaylarıyla beslenerek, imkansızın içinden geçerek, kültürün içinde bizatihi ölerek ve yeniden dirilerek yapar bütün bunları.

MonoKL olacak bir devrimin ne gerillaları ne de planlayıcılarıdır zira yukarda söylendiği üzere böylesi radikal ola-gelmeler bireysel çeperleri ve toplum içerisinde az kalan bireylerin birleştiği bir çatıdan çıkmaz. Bunların çok ötesindedir. Ansallık, kendiliğindenlik, toplumsal bir uyanış ve yenilik için dinmek bilmeyen bir tutku, arzunun bedenleşmiş gerçeği, yaygın hakikat biçimlerinin mevcut gerçekliğe sığmayan mücadeleleri –kültürel ve toplumsal- devrimi önceler. Tam da bu devrim için ve devrimde olamayıştan ötürü, MonoKL şimdilik kültürün gerillaları/olay dikişçileri unvanını hak eder. Örgütlenmeyi yasaklamaz MonoKL, ama örgütlenmenin en tekil ikiliklerinde bile birey olmayı, farklı bir geleceğin taşıyıcısı olmayı, özgürlüğün saf başkalığını ve yazı ekonomisini arar: Her yerde kültürün silahlarıyla kuşanmıştır MonoKL. Ve bu düşünsel-yazısal silahları geliştirmekten, düşüncesini bilinçdışının karanlık sularına gömmek pahasına bile olsa beslemekten, kimi zaman bireysel yaşamın içindeki ezilmişlikten, suyun yüzüne çıkamayan derinlerin kabarcıklarıyla yetinmekten yılmayacaktır. Bu kabarcıklarla çevrili minik yaşam alanlarımızda, en içten, özgür, başkalıklarla ve en önemlisi hala gerçekliğin içine yeterince yerleşememiş arzularımızla deviniriz.

Şu ana kadar yaptığımız özel sayılar ve özel etkinlikleri yukarıdaki özlemler ve amaçlar doğrultusunda sürdürmeye devam edeceğiz. Bütün okuyucularımızı, okuyucularımız-olmayanları bu kültürel harekete destek vermeye çağırıyoruz. Türkiye’nin gerçek bir kültür ülkesi olduğu, hak ve özgürlüklere tahakkümün aracı olarak değil ama gerçek amaçlar olarak değer verildiği, dinsel cemaatleşmeler ve örgütlenme halleri yerine (ki üniversiteleri, gençliği saran bu yapı tehlikeli bir güç haline gelmiştir ve asıl niyetini saklamakta en az kapitalizm kadar ustalaşmıştır) bireysel ve bütünleştirici örgütlenmelerin geçtiği bir medeniyet diyarı olduğu saf geleceğe çok uzaklardayız,,, farkındayız bunun,,, fakat onun çok uzaklardan çağrılması için gereken güçlü sesin hepimizde var olduğunu bilmek bizi ayık, farkında ve acıya dayanıklı kılıyor. İnsan olmanın değeri, yazmanın okumanın ve yaşamı olduğu haliyle anlamanın yetileri için kültür dikişçileri hareketi, şehri abluka altına almış trafiğin gürültüsü içinde, bilinçleri ve dışarı denen bütün ortamları tahakkümüne almış kapitalist ışık/mağaza/tüketim gösterileri altında her şeye rağmen sürecek…

Mevcut Kültüre Karşı Bir Gerilla/Kültür Dikişçileri Hareketi ya da Saf Geleceğin/Başka’nın Aktarıcılarından Bir Kültür-Olayı: “MonoKL”… vardı, var ve var olacak… diyenler… diyecekler!

Başka ve Saflık Dolu Bir Gelecek Hayaliyle Hepinizi/Hepimizi Selamlarız...

2009 Mayıs
Volkan Çelebi


--------------------------------
Künye

İmtiyaz Sahibi: Yeşim Keskin
Genel Yayın Yönetmeni: Volkan Çelebi
Makale Dilleri: Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca

Mektup Adresi: Pürtelaş Mah. Samanyolu Sk. No:14 Daire:1 Cihangir Beyoğlu / İstanbul

Monokl Yayın Kurulu: Volkan Çelebi, Eren Rızvanoğlu, Yeşim Keskin, Cem Kurtuluş, Mert Bahadır Reisoğlu, Sibel Kibar, Atakan Karakış, İlksen Mavituna, Ali Bilgin
Onur Kurulu: Janset Karavin, Ahmet Soysal

Web ve Teknik Destek: Kemal Şahin

Email : editor@monokl.net
Satın alma, abonelik, ajanda: oneri@monokl.net
Site : http://www.monokl.net/

Sıklık: Yılda Bir Uluslararası Özel Sayı ya da 2 normal sayı
Format: 16,5x23,5 cm, 856 sayfa
Baskı adedi: 1000
Fiyat: 60 TL - (Emmanuel Levinas Türkiye Özel Sayısı)
Issn: 1306 – 715X

No comments: