Monokl'un Edebiyat ve Felsefe Alanında yürüttüğü projeler için çevirmenlere çağrıda bulunmaktadır. Bu kapsamda;
- Edebiyat Alanında "Portekizce, İspanyolca, İngilizce ve İtalyanca",
- Felsefe Alanında "Almanca, Fransızca ve İtalyanca"
dillerindeki kitap çevirileri için editor@monokl.net adresine başvuruda bulunulabilir.
27.2.12
25.2.12
29 Şubat Çarşamba 19.30'da Ali Akay ve Ahmet Soysal ile Deleuze
29 Şubat Çarşamba 19.30'da Ali Akay ve Ahmet Soysal ile, Monokl'un Taksim'deki Ofisinde "Deleuze Düşüncesi'nin Türkiye'deki Kökenleri ve İzdüşümleri" başlıklı bir sohbet gerçekleştireceğiz.
Etkinlik 30 kişi ile sınırlıdır.
Rezervasyon için editor@monokl.net
Etkinlik yeri: Monokl Yayınları - Kuloğlu Mah. Erol Dernek Sk. No.14 Daire:
4 Taksim - Beyoglu [Mephisto Kitabevinin arka paralel sokağı, Cihangir
yönüne]
Etkinlik: 29 Şubat Çarşamba, 19.30 - 21.30
"Yazının Dostluğu, Dostluğun Yazısı Konuşmanın Dostluğuna ve Dostluğun
Konuşmasına Dönüşüyor"
Etkinlik 30 kişi ile sınırlıdır.
Rezervasyon için editor@monokl.net
Etkinlik yeri: Monokl Yayınları - Kuloğlu Mah. Erol Dernek Sk. No.14 Daire:
4 Taksim - Beyoglu [Mephisto Kitabevinin arka paralel sokağı, Cihangir
yönüne]
Etkinlik: 29 Şubat Çarşamba, 19.30 - 21.30
"Yazının Dostluğu, Dostluğun Yazısı Konuşmanın Dostluğuna ve Dostluğun
Konuşmasına Dönüşüyor"
21.2.12
SabitFikir'in Monokl Söyleşisi - Tam Versiyon
Bu söyleşi biraz daha kısaltılmış bir versiyonuyla, Didem Çelik söyleşisi olarak, SabitFikir'in sitesinde yayımlanmıştır:
http://www.sabitfikir.com/soylesi/kulturel-gerilla-hareketi
Aşağıdaki versiyon kısaltılmamış halidir:
1. MonoKL önce dergi ardından yayınevi olarak nasıl ortaya çıktı? Yaratılış hikâyesini anlatır mısınız?
Monokl Dergisi’nin temelleri 2005 yılının sonlarında atıldı. Hepsi de öğrenci olan şair, felsefeci ve öykücülerden oluşan bir topluluk olarak 2006 yılının Haziran ayında derginin ilk sayısını çıkardık. Manifesto temalı bu sayının ardından sırasıyla Patafizik Koleji, Işık, Görsel Şiir, Unutuş gibi konuları işledik. 3. Sayı bizim için bir kırılma anı oluşturdu diyebilirim; bu kırılma Blanchot Özel Sayısı ile birlikte, sonradan uluslararası hale gelecek bir kültür hareketinin temel yörüngesini çizdi. Takip eden sayılarda uluslararası ve özgün katılımlarla Hegel, Lacan, Levinas ve Jean-Luc Nancy Uluslararası Özel Sayıları’nı çıkardık. 2008 yılından beridir de bu sayıların her biri için büyük çapta uluslararası konferanslar gerçekleştirdik. Levinas sayısıyla birlikte Türkçe (Levinas ile Karşılaşmalar) ve Yabancı (Reflections on Levinas) olmak üzere iki ayrı cilt halinde dergiyi ansiklopedi boyutlarında yayımladık. Şu an dergi tarafında, Nancy sayısının yabancı versiyonu ile Deleuze’ün Türkçe ve Yabancı versiyonlarının ciltlerini hazırlamakla meşgulüz.
MonoKL (Mono Kurgusuz Labirent) Dergisi her şeyden önce bir “yazı deneyimi” ve bu deneyimin etrafındaki bir “dostluk arayışı” olarak başladı. Ardından bir ortaklık, bir toplaşma ve bir düşünce tutkusu olarak devindi; etkinlik halinde uluslararası bir fikir gövdesi haline geldi. Yayın Kurulu’nun yanısıra oluşturduğumuz ve içinde Jean-Luc Nancy, Alain Badiou, Ahmet Soysal, Joan Copjec, Kenneth R. Westphal, Rene Major ve Danielle Cohen-Levinas gibi önemli filozof ve düşünürlerin bulunduğu Onur Kurulu’muz da bu uluslararasılığın ve canlılığın önemli bir boyutu.
2005’te başlayan bu dergi olayı, 2010 Ekim’inde Jean-Luc Nancy’nin bizzat katıldığı “Demokrasi Fikri” konferansı ile bir yayınevi macerasına da evrildi. İlk kitaplarımızı bu konferansta, ilk kitaplarımızı, Jean-Luc Nancy’nin Demokrasinin Hakikati ve Ahmet Soysal’ın Mini-Etika adlı kitaplarını okuyucuya sunduk. Derginin bir projesi olarak kurulan Monokl Yayınları, derginin kuruluş temelleri, ilgileri, yerel ve uluslararası ilişkileri kapsamında bir yayın programı izliyor. Yayınevinin en önemli ve ayrıksı özelliği temel yapıtları ve metinleri, başka bir deyişle birincil kaynakları çevirme tasasını taşıması ve bu tasa ile kitap yayımcılığını şekillendirmesi. İlk iki kitabımızdan sonra şu ana kadar felsefe alanında Lyotard’ın Pagan Eğitimler’ini; Ahmet Soysal Birlikte ve Başka I-II’sini; Jean-Luc Nancy’nin Tanrı, Adalet, Aşk, Güzellik’ini; Alain Badiou’nun Tarihin Uyanışı, Sonlu ve Sonsuz, Felsefe ile Politika Arasındaki Gizemli İlişki, ve yine Alain Badiou’nun Barbara Cassin ile birlikte yazdığı Heidegger. Nazizm, Kadınlar, Felsefe kitaplarını; Agamben’in Dünyevileştirmeler’ini, Levinas’ın Maurice Blanchot Üstüne’sini, Michel Henry’nin Marx’a Göre Sosyalizm’ini yayımladık. Felsefe alanında bundan sonra yayımlayacağımız kitapların ayrıntılı bir listesine blogasiri.monokl.net adresinden ulaşılabilir. Bizi daha yakından takip etmek içinse twitter adresimize, facebook grubumuza kayıt olunabilir ya da Monokl’un okuyucu grubuna katılma başvurusu yapılabilir.
Ayrıca anlatı/deneme alanında Thomas de Quincey’in Immanuel Kant’ın Son Günleri adlı yapıtını; edebiyat alanında başlattığımız “Başka Dünyalar” serisinde ise Arthur Machen’in Tanrı Pan, En Derindeki Işık; Marguerite Duras’nın Yıkmak Diyor Kadın; Herve Le Tellier’nin Bar Sonatları ve son olarak Sheckley, Asimov, Doyle ve Clarke’ın öykülerinden oluşan Yamuk Bakan Öyküler kitaplarını yayımladık. Başka Dünyalar serisinin Kafkaesk ve Borgesvari bir güzergahta, karanlık kurmaca, bilim-kurgu ve büyüsel gerçekçilik alanlarına odaklanarak kendine hayli özgün bir yer açacağını düşünüyoruz. Bu seride Haziran ayına kadar 20 kitap daha yayımlamayı planlıyoruz.
Yayınevinin çalışma ortamından bahsedersek, yayınevi derginin yayınevi olmasına rağmen, derginin yayın kurulu, sadece dergi konusunda çalışmalar yapıyor. Yayınevinde kitapları, başından sonuna kadar bütün süreçlerinde Murat Erşen ile birlikte hazırlıyoruz. Ve elbette editoryal süreçte başka bir çok insanın da katkısı oluyor.
2. Mono Kurgusuz Labirent nedir, anlatır mısınız?
MonoKL tek göze takılan çerçeveli gözlük anlamına geliyor. Aynı zamanda bir kısaltma olarak bu ismi kullanıyoruz. Onu sihirli mercek olarak adlandırdığımız da olmuştu.
Mono Kurgusuz Labirent; Kurgusuz oluşunda her türden kurgusallığa ve önceden-belirlenmişliğe, bir anlamıyla yazgıya direnen bir yaşamsallığı, yaşamla yenilenmeyi, sürprizleri ve ani şaşkınlıkları ifade ediyor. Bu yönüyle hayalin en yüksek yazınsal biçimi olan edebiyata karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Ve MonoKL’un başlangıç deneyimi açısından avangard bir heyecana hayat veriyordu bu kurgusuzluk.
Labirent ise kurma, inşa etme, çizme, tasarlama, dönüşleri, kıvrımları konumlandırma, bütünsel bir fikre beden ve ruh kazandırma, bir temel atma anlamına geliyor. Sadece dikey değil, yatay bir temel atım hareketinden, düşünsel olduğu kadar varoluşsal bir yaşama geçme halinden bahsediyoruz. Aslında temeller atmaktan, bir malzemeler zenginliğinden, daha açık bir deyişle yeni fikirler üretme jestinden ve bu jestle yaşamaktan söz ediyoruz. Bu yönüyle Labirent’in felsefe ile yaşamsal bir yakınlık olduğunu düşünebiliriz.
Mono ise, hayali ve edebiyatı temsil eden monokl takılı gözümüzle, gerçeğin bedenini ve felsefenin ruhunu temsil eden çıplak gözümüzün bir yan yana gelmesini, birbirlerini beslemelerini ve hem bir gerilim hem de bir yaratım içerisinde birlikte-varolmalarını anlatıyor. Böylece bir “tek” oluşa gönderiyor bizi: bir vücudun bedensel ve ruhsal tekliğine…
3. Manifestonuzda "kültürel gerilla hareketinden" bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
MonoKL içinde yaşam bulmaya çalıştığı (kültürel) mekan ve zaman ile ciddi bir bozuşma ve mücadele içerisinde. İlk başlarda dergiyi çıkarırken de, şimdi kitapları yayımlarken de, sadece okuyucular ile değil yazar, düşünür ve akademisyenlerle de aramızda bir ten/ruh uyumsuzluğu, karanlık bir mesafelenme var. Akademinin (ve onun insanlarının) yüzey gerçeklikte kalmayı, yapıtsız/yaratımsız söylemlerin uçuculuğunda gündelik politikaların ve yapmaların alanlarında kendinden geçmeyi yeğlemesini ya da tam tersi bir yolda yalıtılmış bölümlerin unutulmuş odalarında sahiciliği ve öğretmenin hakikatini yakaladıklarını sanmalarını kabullenemiyoruz. Uyumsuzluğumuz bu uyuşuklukla ilgili.
Bu mesafenin, bu uyumsuzluğun kendimiz ile kendimiz arasında da var olduğunu, bu uyuşukluğun kimi zamanlar bize de bulaştığını söylemeden edemeyiz. Bu uyumsuzluk, bizim ile insanlar arasında, buradakiler ile oradakiler arasındaki bir uyuşmazlıktan daha farklı bir şey belki de; bu bizzat gerçekliğin kendisine, yüzeyin üzerinde yoğunlaşan güçlerin şiddetine ve bayağılığına karşı bir hareketin doğum yeri belki de: insan-olmayı, başka-olmayı ve başka zamanlar ile başka mekanlar yaratmayı amaç edinmiş bir hareketin varoluşa gelişi.
Bu mesafeyi bir güçler oyunu şeklinde değil de, bir fikrin zamanı ile gündelik gerçeği zamanı arasındaki uçurum olarak ya da kabaca düşünen, hayal eden ruh ile gerçekliğe ve gündelik pratiğin çıkar çatışmalarına maruz kalan beden arasındaki uzaklık olarak ele alırsak; fikir ve hayal olan ruh adına gerçekliğin delinmesi ve şiddet düzeninde gedikler açılması durumundan söz etmemiz gerekir. Biz bunlara yaşama, nefeslenme, durup düşünme ve hayal etme delikleri diyebiliriz. Bu delikleri bir yaşam estetiği kurmanın ötesinde, yaşamın tüketici gündelik akışından bir şeyleri tutup kapmak ve onları hissiyata ve fikriyata dönüştürmek olarak; ve tam tersi bir yolla bu fikirlerin ve hislerin de başka bir coğrafya ve başka bir tarih kurabilmek adına yaşama durumlarına aktarılması şeklinde anlayabiliriz. Bu durumda kısaca bu gerilla hareketi, gerçekliğin parçası olmak durumunda olduğundan ilkin kendisine karşı, sonra da tüm gerçekliğe ve onun düşünmeyi ve hayal etmeyi yasaklayan kapitalist pragmatiklerine karşıdır. Biz burada henüz kaçınamadığımız “şiddet” boyutunu, bir yadsıma (vurma) ve ötesini isteme (kaçma) anlamında yaratıcı ve üretici bir sürece dönüştürmenin derdini taşıyoruz. Bu dert-taşıma, fikir ve his üretme ile bu üretim sürecini “yaşamsal pratiklere” aktarma halini birlikte var etmek durumunda.
Kısacası, yazıyı dost edinerek ve dostluğumuzu yazarak, yeni karşılaşmalar ve olay yaratan buluşmalarla “etkinlik halinde” düşünmeyi ve bu mücadelenin taşıdığı gerilimi yaşamsal heyecanlara, insan olmanın sahici biçimlerine akıtmayı deniyoruz. Belki de en yalın düzleme indirmeye çalışarak şunu demeliyiz: bu hareketin üyeleri, adsız ve anonim üyeleri, gerçeklikle alıp-veremediği olan ve bir uyanıklıkta var olan, düşünen, hayal eden, tasalanan ve kendi sinyallerini, cılız ya da güçlü olsun bir çağrı şeklinde yayan, ileten bütün insanlardır. Bu bir çağrılaşma ve birbirini bulma, devingen bir anlam yaratma ve paylaşma durumudur: düşüncenin bir devrimi ve tüm yeni çağrışımlarıyla devrimin bir düşüncesidir.
4. Benim de edindiğim ve beğendiğim felsefe serisine başladınız ve bunu "felsefeye bir beden kazandırmak" olarak açıklıyorsunuz. Neden böyle bir seri ile başlama gereği duydunuz? Amacınız hangi açığı kapatmak? Kısaca neden felsefe?
Bu coğrafyada yazı eylemi ile ve daha temelde fikir ile olan ilişkimizin çok sıkıntılı olduğunu söyleyerek başlayalım. Felsefe ya da daha başka bir deyişle bir fikir mimarisi kurma, bu ülkenin bir medeniyet kurabilme yolunda en önemli eksiği. Bizim, edebiyatla ve daha önemlisi şiirle kurduğumuz ilişkilerin yaşamla kurduğumuz ilişkilerden beslendiğini ve şiirin de yaşamlarımıza etki ettiğini, o anlamda şiir ile bu ilişkinin sahici ve kökensel olduğunu söyleyebiliriz. Bu bir edebiyat coğrafyası ve tarihi araştırması olduğunda, elimizde, eklektik olsun ya da olmasın, bir malzemeler zenginliği var. Felsefeye geldiğimizde ise bunu söylemek noktasında hiçbir şekilde değiliz. Felsefe tarihinin temel yapıtlarının Türkçe’ye sistematik bir yaklaşımla kazandırılmamış olmaması bir yanda, akademilerimizin ve akademisyenlerimizin içinde olduğu yaratım ve üretimden uzak sosyal, teorik ve politik söylemleri yalnızca “aktarma” halleri öbür yanda ciddi bir fikri karanlık içerisindeyiz. Bunun elbette toplumsal ve ekonomik koşulların doğrudan sonucu olan ve başka türlü olamayacak zorunlu bir ortam olduğu fikrine yakın konumlanabiliriz. Fakat böylesi bir konumlanış, bir meşrulaştırmaya ve ortamın ruhuna uyum sağlamaya yakınsadığı oranda tehlikelidir ve keskin bir eleştiriden muaf tutulamaz.
Felsefeye beden kazandırmak, yaşamı tutmak ve yaşam tarafından tutulmaya izin vermektir. Yaşamı üreteceğimiz kavramlarla, bize öğretilen ve aktarılandan başka türlü tutmak; bu kavramların yakınlarındaki hissiyatları da taşıyarak başka türlü yaşama biçimleri edinmektir. Felsefe, kavramların karanlık ve kuru karanlığı/krallığı olmaktan çıkması gereken bir zamanla çevrili olduğunu fark etmek ve etkinlik halinde mücadeleye katılmak, hakikatin sadık ve etkin bir militanı olmak zorundadır. Kapitalist sistemin, yarattığı ve yürürlüğe koyduğu tüm eşitsizlikler, etiksizlikler, hep-hazlılıklar, düşüncesizlikler ve estetize edilmiş, makineleştirilmiş hissiz bedensizlikler karşısında “felsefe” akademinin odalarında fotoğraflara ya da yazılara konuşarak, onları dinleyerek varolacağı bir kaçış uzamında kalamaz artık. Buluşmalarla, dostluklarla, temas etmelerle, her yanımızı kaplayan ve bizi de teslim alan şiddeti, yeni içsel, düşünsel ve hissi yaşamsallıklara çevirerek sisteme karşı döndürmeyi ve yaşama pratiklerini kökenlerinde yıkmayı ve yaratmayı zamanımızda ona verilmiş bir görev addetmelidir felsefe. Bu, hiçbir şekilde gündelik politik uzamın, gündelik şiddetlerin ya da çıkarların ortasında ya da sağında, solunda bir yerlerde konumlanmak değildir; bu bütün bunların dışında yüksek sesle, yüksek bir heyecanla ve umutla, başka bir yerlerden seslenmeyi ve başka bir yerlerden yaşamlar getirmeyi “sabırla” sürdürmektir.
Felsefeye kazandırılacak beden, bir ruha can vermek anlamına geliyor. Filozofların yapıtlarını, bir yanıyla Batı’daki yaşamın birer sonucu olarak da görülebilecek bu insanların yapıtlarını, çevirmekle bir fikirsel jestin nasıl anlamlandığını ve bir felsefenin nasıl yaşam kazandığını yakından gözlemliyoruz. Filozofların temel yapıtlarından oluşacak felsefe serimiz, kuvvetli ve şiddetli bir gerçeklik akışı içerisinde kaybolan insanları “bir an için” bile olsa bu gerçekliğin dışına çekebilirse, ilk amacımıza ulaşmış olacağız: o da bir an için durmak, düşünmek ve hayal etmektir. Ve belki de bu an, sonsuz önemsiz ve kayıp anın içerisinde, gerçek bir başlangıç anı olacaktır.
Burada her türlü içerik tartışmasını bir kenara bırakmamız gereken bir ana dikkatimizi vermeliyiz: o an, bir fikrin yaşamsal jestidir, bir fikrin biçimsel temelidir. Jean-Luc Nancy ya da Alain Badiou konuğumuz olarak İstanbul’a geldiğinde, onların yüzünde, yürüyüşünde, seslenişinde, gülümseme ya da hüznünde bir fikirsel jestin, ya dilerseniz duruşun diyelim, izleri durmaksızın bize kendisini sunar. Bir filozofun yapıtlarına can veren bu bedensel ve ruhsal jest, düşünce ve yaşam için, insan için duyulan yaratıcı tutkudur. Bizim yüz yüze karşılaşmalar ve buluşmalarla elde ettiğimiz bu büyük deneyimi, insansı dokunuşu, yazının imkanları ve düşüncenin ufukları ile birlikte ele aldığımızda bir fikirsel mimari üretmenin ilk kıvılcımlarını var etmiş oluyoruz. Bu kıvılcımların, kendi yaşamımızdan, Batı’dan farklı düşünsel ve duygusal temeller barındıran yaşamımızdan alacakları ile yeni bir felsefe ortaya çıkarabilme, yeni bir düşünsel ateş yakabilme ve bu karanlıklarda (fikrin) etrafına insanları toplayabilme, onları buluşturabilme potansiyeli üzerinde duruyoruz. Bu potansiyeli gerçeğe dökebilmek için uzun bir zamana ihtiyacımız olacak. Bu zaman boyunca da filozoflarını ve yapıtlarını kendi jestimizin esinleyicileri olabilecek şekilde dikkatlice okumamız ve izlememiz, Türkçe’de felsefe yapabilmeyi, kendi yaşamlarımızdan kökenlenmiş deneyimleri tutup kaparak Türkçe’de fikirselleştirebilmeyi becerebilmemiz gerekiyor. Felsefenin fikir olarak değil, bir yaşam olarak da anlam kazanacağı bir düzlemin oluşturulabilmesi için Türkçe hayati önemde. Türkçe yazma ve düşünme pratiği olmaksızın, bu coğrafya ve bu tarihin yazı, fikir ve hayal olarak üretilmesi ve bu üretimlerin yaşama geri verilmesi olmaksızın bir felsefeyi var edemeyiz. Bunlar olmadan var olabilene ancak felsefe tarihçiliği ya da filozof takipçiliği adını verebiliriz.
5. MonoKL'in yayın takviminde neler var?
Şu an yayımlanmış 17 kitabımız var. Haziran sonuna kadar 20’si edebiyat olmak üzere toplamda 60 kitaba ulaşmayı hedefliyoruz. Yapıtlarını yayımlayacağımız ve yayımlamaya devam edeceğimiz filozoflar arasında Alain Badiou, Emmanuel Levinas, Jean-Luc Nancy, Michel Henry, Jacques Derrida, Georges Canguilhem, Jacques Lacan, Giorgio Agamben, Jean-Luc Marion, Pierre Bourdieu, Felix Guattari, Maurice Blanchot, Georges Bataille, Dionys Mascolo, Joan Copjec, Jacques Ranciere, Peter Sloterdijk, Serge Lesourd, Vladimir Jankelevitch ve François Lyotard bulunuyor. Edebiyat alanında ise Peter Ackroyd, Christian Bobin, Herve Le Tellier ve daha başka bir çok başka önemli yazarın kitaplarını yayımlayacağız.
6. Alain Badiou'dan başka hangi isimleri getirmeyi planlıyorsunuz?
Monokl, 2008 yılından bu yana 5 tane uluslararası konferans gerçekleştirdi. Dergileri ve kitapları, düşünce ve hayal aygıtı olan yazıyı piyasanın finansal mekanizmalarına maruz kalarak insanlara ulaştırmaya, dağıtmaya ve paylaşmaya çalışmak, bizim kendimizle birlikte, okurumuzu da yaratmak, ondan öğrenmek ve ona işaret etmek olarak adlandırabileceğimiz süreç açısından tam sağlıklı ve etkin işleyemiyor. Bunun Türkiye’deki yayımcılık sektörünün sıkıntılarıyla ve bu sıkıntılardan beslenen ve bu sıkıntıları besleyen dağıtım gibi büyük bir sorunla ilişkisi çok açık. Elbette nitelikli eser üretimi ve nitelikli okuyucu meselesi de apayrı bir sorun. Bu noktada sadece “üstten” bir kitap bırakma ve okuyucunun yapıtı bir kitaplar karmaşası içinde bulmasını beklemek yerine; yaptığımız önemli etkinliklerle de okuyucularla yüz yüze buluşma, iletişim kurma ve onlara sözümüzü sunma ve bu şekilde doğal ve sahici bir güzergah inşa etme yönünde çabalarımız var diyelim. Böylece dergi, kitap ve etkinlik olarak kurmaya çalıştığımız bu gövde ile insanlara sözümüzle, yüzümüzle, yazımızla ve bütün varoluşsal hallerimizle dokunmaya ve onlardan öğrenmeye, onlardaki başkalıkları keşfetmeye çalışıyoruz. Bu keşfi olanaklı kılan filozof katılımlı etkinliklerimizi de kapsamları ve etkileri genişleyecek bir şekilde sürdüreceğiz. Avrupa’nın fikir uzamında kendine güncel bir yer edinmiş Monokl’un, bu güncelliği kendi gündemini de yaratacak şekilde büyüttüğüne tanıklık edeceğiz önümüzdeki aylarda.
7. Kendi felsefe dilimizi oluşturmamız gerekiyor demişsiniz; sizce bu nasıl gerçekleşir?
Bu, öncelikle yazı ile yaşamsal ve ciddi bir ilişki kurmayı gerektiriyor. Çeviri de buna dahil elbette. Bir dil oluşturmak için felsefe açısından en azından temel bir külliyatın önümüzde bulunuyor olması mecburi. Bu anlamda bir sistematik iç-görünün eşlik ettiğini çeviri etkinliğinin sürdürülmesi ve ilişkilerin derinleşirken aynı zamanda genişlediği bir yaşamsal devinimin tutturulması önem kazanıyor. Bu bir kopukluk içinde yürütülemeyecek, bir isyanın kuru şiddetine sığdırılamayacak kadar eş-zamanlı ve başka-zamanlı yürütülmesi gereken bir oluşturma/kurma çabası. Birçok değişkenin yeniden ve yeniden incelenmesini, sabırlı ve emek yoğun bir çalışma sürecinde yan yana gelmeyecek deneyimlerin birlikte-var edilmesini, ve bu deneyimlerin “yazma ve yapma” edimlerine çevrilmesini kapsıyor. Ya da başka bir deyişle bir düşünme, yazma ve yaşama durumlarının birbirlerini besleyecek ve birbirlerinden ayrılmayacak şekilde düzenlenişini ifade ediyor. Bu bir yanıyla estetik bir yan yana getirme haliyken, aynı zamanda düşüncenin mevcut yaşam karşısında, onun sınırlarında bir malzeme biriktirmesini anlatıyor. Bu malzemeye ad koymak dille iş görmeye başlamak demek; ama bu iş görmeyi yaşama geri iade ettiğimiz durumda ancak kavramlarımızın bir hayatı olur. Yaşama iade etmediğimiz, etkinlik halinde yaşamaya çevirmediğimiz hiçbir düşünce bir fikir oluşturmaya, bir felsefe var etmeye yeterli gelmez. Kavramları yaşamsal malzemeden çekip çıkarıp, onları biriktirip, yoğunlaştırıp yaşama yeniden-sunmamız ve böylece yeni bir yaşam deneyimini adlandırmamız gerekiyor. Bu kavramsallığın yaratımı, yaşamla bir ilişki kurmaya, ama onu düşünenin ya da yaratanın kendi konumu açısından da değiştirmeye ve dönüştürmeye hizmet eder. Yaşama iade etmek, yaşamı hep yaşar halde tutmak için, onu ölmüş biçimlere ve temsillere indirgememek için, ondaki başkalıkları düşünülür ve hissedilir kılmak demektir. Yaşam bile her zaman yeniden keşfedilmeye ihtiyaç duyar.
Kendi deneyimimiz açısından konuşursam, Monokl özel sayılarında filozoflarla ilgili, felsefeye de ciddi bir ufuk sunacak şekilde sözlükler yapıyor ve bunların olgusal yansımalarını hem izliyor, hem de içselleştirilmesine katkıda bulunuyor. Aynı şekilde kendi içimizde, konular üzerine kendi fikirlerimizi geliştiriyor ve bu fikirselliklerin, yaşamla temas etmesi noktasındaki tüm zayıflıklarına rağmen, sabrını ve etkinliğini kendi yaşamlarımızda ölçebilmek için uğraşıyoruz. Kendi yaşamlarımıza kendi düşünselliklerimizin ufuklarını armağan etmek, yeni yaşam alanlarını düşünce ve duyguyla paylaşmak; işte bütün meselemiz bu. Ancak yaşamı eskitmeyen, onu yenileyen ve yaşamın canlığında ve tazeliğinde gençleştiren bir fikirsel ve varoluşsal jest bize umut ve anlam verebilir. Bu umut ve anlamı ilkin dilde, Türkçe düşünerek ve yazarak, yaratmak durumundayız.
8. Felsefenin hem fiziksel hem düşünsel bir jest olduğunu söylüyorsunuz. Sözlerinize katılmamak mümkün değil. Sizce Türkiye, bu anlamda bir jest geliştirebilecek mi?
Bu sorunun sınırlarına yukardaki sorularda büyük ölçüde temas ettim. Şunu demek gerekiyor belki de: Jean-Luc Nancy de Alain Badiou da İstanbul’a konferanslar için geldiklerinde, buradaki heyecanlı akıştan, akışkan ve dalgalı duygu durumlarından, düşünsel tutkunun doğasından etkilendiler. Batı’da varolmayan bir yaşam buralarda kök salmış, bütün sorun bu çok derinlerdeki, bu büyük düzlüklerdeki kökleri tutabilme edimini/yeteneğini, onları gövdelerine ve dallarına kadar takip edebilmeyi, bu yabancılıklara sabırla ve özenle yaklaşmayı ve o kökleri kökensel bir hayal etme ve düşünme dünyasına taşımayı istemekte ilkin. Sonra da bu isteği, buralarda açıklıkla fark edilen tutkuyla düşünselleştirmekte. Ancak bu şekilde bir varoluşsal jest buralarda hayat bulabilir. Bizim farklı bir düşünsellik ve duygusallık uzamımız var, bundan doğacak ve kökenlenecek felsefe de farklı olacaktır; bu farklılığı isteyebilecek kadar dayanaklı ve tutkulu olmak zorundayız.
9. Manifestonuzda "MonoKL bir okuldur" diyorsunuz. MonoKL ne "öğretmeyi" amaçlıyor?
Monokl, bir gövde halinde büyümeyi, zenginleşmeyi ve çoğullukların bu tekil çatı altında birlikte varolmasını hayal ediyor. Bu okul, birlikte-öğrenme ve birlikte-yaşama okulu; bir içeriği, bir kuralı, bir yasayı öğretmekten ziyade bir başka yaşamın-temelini atma isteği bizim sahip olduğumuz ve paylaşmak istediğimiz. Nancy’yi izlersek: tekil çoğul bir ortaklık hayal ediyoruz.
10. "Başka bir şey de var" diyorsunuz. Özellikle bunun üzerinde durmak istiyorum çünkü artık şiddet her yerde, kimse sabırlı değil. MonoKL bahsettiğiniz "başka şey" için neler yapıyor?
Evet, hiçbir şiddetin ulaşamadığı bir hayat var, bir düşünce var, bir hayal var. Fikrin karanlık odalarını edebiyatla yaşamlandırmak, fikri ve hayali tutkuda düğümlemek, her türlü yaratıcı üretimi hayata iade etmek ve hayatı eskiden arındırmak ve tazelemek denen bir şey var. Bu tutkuyu tarif etmek gerekiyor, bu tutku “başka şeylere, başka insanlara, başka olaylara”, kısacası başka dünyalara bir tutku. Bir yenilik, bir heyecan, bir fark-ındalık durumunun bitip tükenmek bilmeyen bir arayışı. Bu her gün yanından geçip giderken görmediğimiz şeyleri fark etmek, bu her gün yaşarken anlamlandıramadığımız duygulara hakkıyla dönüp bakmak, her gün kafamızdan geçen ama unutmak için çok acele ettiğimiz düşüncelere bir yer açmanın arayışı. Başka türlüye duyulan isteğimiz bizim bu.
Bu başkalık [başka türlü varoluşlar] iki şekilde bizim “yapma”larımızı, “yaşama”larımızı yönlendirebilir. İlki hayatlarımızda geçip gitmiş, unutulmuş, bastırılmış alanları özgürleştirmek, zaten orada olmuş ve olan başkalıkları bulup çıkarmak, tutup kapmak ve onları edebi istirahat içinde olacakları bir dinginlik ve düşünselliğe dönüştürmek. Onlara haklarını iade etmek de denebilir, ama burada bu başkalıkları elimizdeki temsiller ya da indirgeyici, kendine göre dönüştürücü şiddetlerle ya da mevcut bilgi rejimleri ile değil; kendilerinden bize doğru gelen yabancılıklarla ve farklarla karşılamak gerekiyor. Konuksever olmaktır bu. İkinci yol ise, başka bir şey var denen şeyin, başka bir şey yok, hiç ve sadece hiç dediğimiz “her yerde” dediğimiz noktaya kadar götürülmesidir. Bu henüz yaratılmamış, henüz zamanlandırılmamış, henüz mekanlandırılmamış “başka bir coğrafya”, başka yaşam ve temel atım alanları icat etmek olarak adlandırabileceğimiz çok daha büyük bir girişimdir. Bu, mekan ve zaman yaratmak demektir; mekanın ve zamanın yüzeyini, aynılık ve başkalık rejimleri alt üst olana kadar yıkma, dönüştürme ve temeller, yüzeyler yaratma istencidir. Buna daha tanıdık bir alanda medeniyet deniliyor. Bu başkalığı, başka insanı ve başka dünyayı en yakınlarımızda görebilecek kadar uzakları, çok uzakları düşlemektir ve adeta mevcut sistem, hayal, hakikat ya da gerçeklik biçimleriyle çölleştirilemeyecek bir coğrafya için, o coğrafyanın derinleri ve o coğrafyanın kendi gökleri için düş kurmaktır. Bu, varılıp elde edildiğinde tüketilecek mutlak bir sonu değil; her davranışımıza ve yapmamıza, yaşamlanışımıza eşlik etmesi gereken bir jesti temellendirir; insan olma, ortak olma, eşitlik, özgürlük ve adalet içinde olma jestini.
11. Siz meselesi ticaret olmayan bir yayınevi olarak yayıncılık sektörünü nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’nin yayıncılık sektörüyle ilgili söylenecek çok şey var ama bu çokluğun vahametini ve şiddetini birkaç cümleye hapsetmek iyimser kalabilmemiz açısından daha iyi olur herhalde. Dağıtım, vergilendirme ve büyük yayınevlerinin reklam, tanıtım ve çok-satan kitap üzerinden yürüttüğü ekonomik rejim gerçekten vahşi ve düşmanlaştırıcı bir yayıncılık sürecini teşvik ediyor. Devletin de en azından kitap özelinde bu teşvik etme karşısında duyarsız bir konum aldığını ifade edebiliriz. Kültürü koruyan, ona değer veren ve onu destekleyen bir ülke değiliz ne yazık ki.
12. Editöryal süreçte de öğrencilere bir çağrı da bulunmuşsunuz. Çağrı nasıl sonuçlandı, işbirliği nasıl gidiyor? Çağrıyı yineler misiniz?
Bizimle birlikte yetişecek ve kitap, dergi, etkinlik projelerimize katkıda bulunabilecek öğrenci editör, çevirmen ve redaktör arkadaşlara bir çağrıda bulunduk ve bu çağrımız hala geçerli (Bu çağrıyla ilgili olarak www.monokl.net adresine bakılabilir). Çağrıya yanıt veren birkaç arkadaşla çalışmaya başladık ve gayet iyi gittiğini söyleyebiliriz. Böylesi bir işbirliği Monokl’un daha sağlam bir şekilde varolabilmesi için şu aşamada zorunlu görünüyor; henüz finansal olanakları piyasanın sert rekabeti ile uyuşmayan ve açıkçası o düzlemde becerileri pek sınırlı olan biz öğrenciler için başka öğrencilerle buluşmak bu gövdenin devinimi ve çatı olarak rolünü sürdürmesi için epey önem arz ediyor. Bizim kendilerinden bir şeyler öğrenebileceğimiz, dostluk ve ortaklık içinde paylaşımda bulunabileceğimiz herkese mekanımız açık; bu anlamda hiçbir bencillik ya da üstten bakan kapanma içerisinde olmak istemiyoruz. Bu hakkımız da değil, haddimiz de değil.
13. Her Çarşamba etkinlikler düzenliyorsunuz. Daha önce etkinliğinizi hiç duymamış biri bu etkinliğe nasıl katılabilir? Etkinlikte nelerle karşılaşır?
Etkinliklerimiz yerel düzlemdeki dostluklarımızı, karşılaşmalarımı ve kendi zihinsel, duygusal dünyalarımızı tazelemek ve geliştirmek için minör fırsatlar sunuyor. Ücretsiz olan etkinliklerimiz, psikanaliz, felsefe, edebiyat ve sinema düzlemlerinde her ay Çarşamba akşamları 19.30’da başlıyor ve birkaç saat sürüyor. Konuşmacı sunumunu yaparken bir sohbet ve canlı tartışma ortamı da doğuyor. Taksimdeki ofisimizde gerçekleştirdiğimiz etkinlikler 30 kişi ile sınırlı oluyor ve etkinliklerin duyurularını gerek mail grubumuzdan, gerek twitter ve facebook gibi sosyal medya araçlarından yapıyoruz. Katılacakların editor@monokl.net adresine rezervasyon yaptırmaları yeterli oluyor.
http://www.sabitfikir.com/soylesi/kulturel-gerilla-hareketi
Aşağıdaki versiyon kısaltılmamış halidir:
1. MonoKL önce dergi ardından yayınevi olarak nasıl ortaya çıktı? Yaratılış hikâyesini anlatır mısınız?
Monokl Dergisi’nin temelleri 2005 yılının sonlarında atıldı. Hepsi de öğrenci olan şair, felsefeci ve öykücülerden oluşan bir topluluk olarak 2006 yılının Haziran ayında derginin ilk sayısını çıkardık. Manifesto temalı bu sayının ardından sırasıyla Patafizik Koleji, Işık, Görsel Şiir, Unutuş gibi konuları işledik. 3. Sayı bizim için bir kırılma anı oluşturdu diyebilirim; bu kırılma Blanchot Özel Sayısı ile birlikte, sonradan uluslararası hale gelecek bir kültür hareketinin temel yörüngesini çizdi. Takip eden sayılarda uluslararası ve özgün katılımlarla Hegel, Lacan, Levinas ve Jean-Luc Nancy Uluslararası Özel Sayıları’nı çıkardık. 2008 yılından beridir de bu sayıların her biri için büyük çapta uluslararası konferanslar gerçekleştirdik. Levinas sayısıyla birlikte Türkçe (Levinas ile Karşılaşmalar) ve Yabancı (Reflections on Levinas) olmak üzere iki ayrı cilt halinde dergiyi ansiklopedi boyutlarında yayımladık. Şu an dergi tarafında, Nancy sayısının yabancı versiyonu ile Deleuze’ün Türkçe ve Yabancı versiyonlarının ciltlerini hazırlamakla meşgulüz.
MonoKL (Mono Kurgusuz Labirent) Dergisi her şeyden önce bir “yazı deneyimi” ve bu deneyimin etrafındaki bir “dostluk arayışı” olarak başladı. Ardından bir ortaklık, bir toplaşma ve bir düşünce tutkusu olarak devindi; etkinlik halinde uluslararası bir fikir gövdesi haline geldi. Yayın Kurulu’nun yanısıra oluşturduğumuz ve içinde Jean-Luc Nancy, Alain Badiou, Ahmet Soysal, Joan Copjec, Kenneth R. Westphal, Rene Major ve Danielle Cohen-Levinas gibi önemli filozof ve düşünürlerin bulunduğu Onur Kurulu’muz da bu uluslararasılığın ve canlılığın önemli bir boyutu.
2005’te başlayan bu dergi olayı, 2010 Ekim’inde Jean-Luc Nancy’nin bizzat katıldığı “Demokrasi Fikri” konferansı ile bir yayınevi macerasına da evrildi. İlk kitaplarımızı bu konferansta, ilk kitaplarımızı, Jean-Luc Nancy’nin Demokrasinin Hakikati ve Ahmet Soysal’ın Mini-Etika adlı kitaplarını okuyucuya sunduk. Derginin bir projesi olarak kurulan Monokl Yayınları, derginin kuruluş temelleri, ilgileri, yerel ve uluslararası ilişkileri kapsamında bir yayın programı izliyor. Yayınevinin en önemli ve ayrıksı özelliği temel yapıtları ve metinleri, başka bir deyişle birincil kaynakları çevirme tasasını taşıması ve bu tasa ile kitap yayımcılığını şekillendirmesi. İlk iki kitabımızdan sonra şu ana kadar felsefe alanında Lyotard’ın Pagan Eğitimler’ini; Ahmet Soysal Birlikte ve Başka I-II’sini; Jean-Luc Nancy’nin Tanrı, Adalet, Aşk, Güzellik’ini; Alain Badiou’nun Tarihin Uyanışı, Sonlu ve Sonsuz, Felsefe ile Politika Arasındaki Gizemli İlişki, ve yine Alain Badiou’nun Barbara Cassin ile birlikte yazdığı Heidegger. Nazizm, Kadınlar, Felsefe kitaplarını; Agamben’in Dünyevileştirmeler’ini, Levinas’ın Maurice Blanchot Üstüne’sini, Michel Henry’nin Marx’a Göre Sosyalizm’ini yayımladık. Felsefe alanında bundan sonra yayımlayacağımız kitapların ayrıntılı bir listesine blogasiri.monokl.net adresinden ulaşılabilir. Bizi daha yakından takip etmek içinse twitter adresimize, facebook grubumuza kayıt olunabilir ya da Monokl’un okuyucu grubuna katılma başvurusu yapılabilir.
Ayrıca anlatı/deneme alanında Thomas de Quincey’in Immanuel Kant’ın Son Günleri adlı yapıtını; edebiyat alanında başlattığımız “Başka Dünyalar” serisinde ise Arthur Machen’in Tanrı Pan, En Derindeki Işık; Marguerite Duras’nın Yıkmak Diyor Kadın; Herve Le Tellier’nin Bar Sonatları ve son olarak Sheckley, Asimov, Doyle ve Clarke’ın öykülerinden oluşan Yamuk Bakan Öyküler kitaplarını yayımladık. Başka Dünyalar serisinin Kafkaesk ve Borgesvari bir güzergahta, karanlık kurmaca, bilim-kurgu ve büyüsel gerçekçilik alanlarına odaklanarak kendine hayli özgün bir yer açacağını düşünüyoruz. Bu seride Haziran ayına kadar 20 kitap daha yayımlamayı planlıyoruz.
Yayınevinin çalışma ortamından bahsedersek, yayınevi derginin yayınevi olmasına rağmen, derginin yayın kurulu, sadece dergi konusunda çalışmalar yapıyor. Yayınevinde kitapları, başından sonuna kadar bütün süreçlerinde Murat Erşen ile birlikte hazırlıyoruz. Ve elbette editoryal süreçte başka bir çok insanın da katkısı oluyor.
2. Mono Kurgusuz Labirent nedir, anlatır mısınız?
MonoKL tek göze takılan çerçeveli gözlük anlamına geliyor. Aynı zamanda bir kısaltma olarak bu ismi kullanıyoruz. Onu sihirli mercek olarak adlandırdığımız da olmuştu.
Mono Kurgusuz Labirent; Kurgusuz oluşunda her türden kurgusallığa ve önceden-belirlenmişliğe, bir anlamıyla yazgıya direnen bir yaşamsallığı, yaşamla yenilenmeyi, sürprizleri ve ani şaşkınlıkları ifade ediyor. Bu yönüyle hayalin en yüksek yazınsal biçimi olan edebiyata karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Ve MonoKL’un başlangıç deneyimi açısından avangard bir heyecana hayat veriyordu bu kurgusuzluk.
Labirent ise kurma, inşa etme, çizme, tasarlama, dönüşleri, kıvrımları konumlandırma, bütünsel bir fikre beden ve ruh kazandırma, bir temel atma anlamına geliyor. Sadece dikey değil, yatay bir temel atım hareketinden, düşünsel olduğu kadar varoluşsal bir yaşama geçme halinden bahsediyoruz. Aslında temeller atmaktan, bir malzemeler zenginliğinden, daha açık bir deyişle yeni fikirler üretme jestinden ve bu jestle yaşamaktan söz ediyoruz. Bu yönüyle Labirent’in felsefe ile yaşamsal bir yakınlık olduğunu düşünebiliriz.
Mono ise, hayali ve edebiyatı temsil eden monokl takılı gözümüzle, gerçeğin bedenini ve felsefenin ruhunu temsil eden çıplak gözümüzün bir yan yana gelmesini, birbirlerini beslemelerini ve hem bir gerilim hem de bir yaratım içerisinde birlikte-varolmalarını anlatıyor. Böylece bir “tek” oluşa gönderiyor bizi: bir vücudun bedensel ve ruhsal tekliğine…
3. Manifestonuzda "kültürel gerilla hareketinden" bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
MonoKL içinde yaşam bulmaya çalıştığı (kültürel) mekan ve zaman ile ciddi bir bozuşma ve mücadele içerisinde. İlk başlarda dergiyi çıkarırken de, şimdi kitapları yayımlarken de, sadece okuyucular ile değil yazar, düşünür ve akademisyenlerle de aramızda bir ten/ruh uyumsuzluğu, karanlık bir mesafelenme var. Akademinin (ve onun insanlarının) yüzey gerçeklikte kalmayı, yapıtsız/yaratımsız söylemlerin uçuculuğunda gündelik politikaların ve yapmaların alanlarında kendinden geçmeyi yeğlemesini ya da tam tersi bir yolda yalıtılmış bölümlerin unutulmuş odalarında sahiciliği ve öğretmenin hakikatini yakaladıklarını sanmalarını kabullenemiyoruz. Uyumsuzluğumuz bu uyuşuklukla ilgili.
Bu mesafenin, bu uyumsuzluğun kendimiz ile kendimiz arasında da var olduğunu, bu uyuşukluğun kimi zamanlar bize de bulaştığını söylemeden edemeyiz. Bu uyumsuzluk, bizim ile insanlar arasında, buradakiler ile oradakiler arasındaki bir uyuşmazlıktan daha farklı bir şey belki de; bu bizzat gerçekliğin kendisine, yüzeyin üzerinde yoğunlaşan güçlerin şiddetine ve bayağılığına karşı bir hareketin doğum yeri belki de: insan-olmayı, başka-olmayı ve başka zamanlar ile başka mekanlar yaratmayı amaç edinmiş bir hareketin varoluşa gelişi.
Bu mesafeyi bir güçler oyunu şeklinde değil de, bir fikrin zamanı ile gündelik gerçeği zamanı arasındaki uçurum olarak ya da kabaca düşünen, hayal eden ruh ile gerçekliğe ve gündelik pratiğin çıkar çatışmalarına maruz kalan beden arasındaki uzaklık olarak ele alırsak; fikir ve hayal olan ruh adına gerçekliğin delinmesi ve şiddet düzeninde gedikler açılması durumundan söz etmemiz gerekir. Biz bunlara yaşama, nefeslenme, durup düşünme ve hayal etme delikleri diyebiliriz. Bu delikleri bir yaşam estetiği kurmanın ötesinde, yaşamın tüketici gündelik akışından bir şeyleri tutup kapmak ve onları hissiyata ve fikriyata dönüştürmek olarak; ve tam tersi bir yolla bu fikirlerin ve hislerin de başka bir coğrafya ve başka bir tarih kurabilmek adına yaşama durumlarına aktarılması şeklinde anlayabiliriz. Bu durumda kısaca bu gerilla hareketi, gerçekliğin parçası olmak durumunda olduğundan ilkin kendisine karşı, sonra da tüm gerçekliğe ve onun düşünmeyi ve hayal etmeyi yasaklayan kapitalist pragmatiklerine karşıdır. Biz burada henüz kaçınamadığımız “şiddet” boyutunu, bir yadsıma (vurma) ve ötesini isteme (kaçma) anlamında yaratıcı ve üretici bir sürece dönüştürmenin derdini taşıyoruz. Bu dert-taşıma, fikir ve his üretme ile bu üretim sürecini “yaşamsal pratiklere” aktarma halini birlikte var etmek durumunda.
Kısacası, yazıyı dost edinerek ve dostluğumuzu yazarak, yeni karşılaşmalar ve olay yaratan buluşmalarla “etkinlik halinde” düşünmeyi ve bu mücadelenin taşıdığı gerilimi yaşamsal heyecanlara, insan olmanın sahici biçimlerine akıtmayı deniyoruz. Belki de en yalın düzleme indirmeye çalışarak şunu demeliyiz: bu hareketin üyeleri, adsız ve anonim üyeleri, gerçeklikle alıp-veremediği olan ve bir uyanıklıkta var olan, düşünen, hayal eden, tasalanan ve kendi sinyallerini, cılız ya da güçlü olsun bir çağrı şeklinde yayan, ileten bütün insanlardır. Bu bir çağrılaşma ve birbirini bulma, devingen bir anlam yaratma ve paylaşma durumudur: düşüncenin bir devrimi ve tüm yeni çağrışımlarıyla devrimin bir düşüncesidir.
4. Benim de edindiğim ve beğendiğim felsefe serisine başladınız ve bunu "felsefeye bir beden kazandırmak" olarak açıklıyorsunuz. Neden böyle bir seri ile başlama gereği duydunuz? Amacınız hangi açığı kapatmak? Kısaca neden felsefe?
Bu coğrafyada yazı eylemi ile ve daha temelde fikir ile olan ilişkimizin çok sıkıntılı olduğunu söyleyerek başlayalım. Felsefe ya da daha başka bir deyişle bir fikir mimarisi kurma, bu ülkenin bir medeniyet kurabilme yolunda en önemli eksiği. Bizim, edebiyatla ve daha önemlisi şiirle kurduğumuz ilişkilerin yaşamla kurduğumuz ilişkilerden beslendiğini ve şiirin de yaşamlarımıza etki ettiğini, o anlamda şiir ile bu ilişkinin sahici ve kökensel olduğunu söyleyebiliriz. Bu bir edebiyat coğrafyası ve tarihi araştırması olduğunda, elimizde, eklektik olsun ya da olmasın, bir malzemeler zenginliği var. Felsefeye geldiğimizde ise bunu söylemek noktasında hiçbir şekilde değiliz. Felsefe tarihinin temel yapıtlarının Türkçe’ye sistematik bir yaklaşımla kazandırılmamış olmaması bir yanda, akademilerimizin ve akademisyenlerimizin içinde olduğu yaratım ve üretimden uzak sosyal, teorik ve politik söylemleri yalnızca “aktarma” halleri öbür yanda ciddi bir fikri karanlık içerisindeyiz. Bunun elbette toplumsal ve ekonomik koşulların doğrudan sonucu olan ve başka türlü olamayacak zorunlu bir ortam olduğu fikrine yakın konumlanabiliriz. Fakat böylesi bir konumlanış, bir meşrulaştırmaya ve ortamın ruhuna uyum sağlamaya yakınsadığı oranda tehlikelidir ve keskin bir eleştiriden muaf tutulamaz.
Felsefeye beden kazandırmak, yaşamı tutmak ve yaşam tarafından tutulmaya izin vermektir. Yaşamı üreteceğimiz kavramlarla, bize öğretilen ve aktarılandan başka türlü tutmak; bu kavramların yakınlarındaki hissiyatları da taşıyarak başka türlü yaşama biçimleri edinmektir. Felsefe, kavramların karanlık ve kuru karanlığı/krallığı olmaktan çıkması gereken bir zamanla çevrili olduğunu fark etmek ve etkinlik halinde mücadeleye katılmak, hakikatin sadık ve etkin bir militanı olmak zorundadır. Kapitalist sistemin, yarattığı ve yürürlüğe koyduğu tüm eşitsizlikler, etiksizlikler, hep-hazlılıklar, düşüncesizlikler ve estetize edilmiş, makineleştirilmiş hissiz bedensizlikler karşısında “felsefe” akademinin odalarında fotoğraflara ya da yazılara konuşarak, onları dinleyerek varolacağı bir kaçış uzamında kalamaz artık. Buluşmalarla, dostluklarla, temas etmelerle, her yanımızı kaplayan ve bizi de teslim alan şiddeti, yeni içsel, düşünsel ve hissi yaşamsallıklara çevirerek sisteme karşı döndürmeyi ve yaşama pratiklerini kökenlerinde yıkmayı ve yaratmayı zamanımızda ona verilmiş bir görev addetmelidir felsefe. Bu, hiçbir şekilde gündelik politik uzamın, gündelik şiddetlerin ya da çıkarların ortasında ya da sağında, solunda bir yerlerde konumlanmak değildir; bu bütün bunların dışında yüksek sesle, yüksek bir heyecanla ve umutla, başka bir yerlerden seslenmeyi ve başka bir yerlerden yaşamlar getirmeyi “sabırla” sürdürmektir.
Felsefeye kazandırılacak beden, bir ruha can vermek anlamına geliyor. Filozofların yapıtlarını, bir yanıyla Batı’daki yaşamın birer sonucu olarak da görülebilecek bu insanların yapıtlarını, çevirmekle bir fikirsel jestin nasıl anlamlandığını ve bir felsefenin nasıl yaşam kazandığını yakından gözlemliyoruz. Filozofların temel yapıtlarından oluşacak felsefe serimiz, kuvvetli ve şiddetli bir gerçeklik akışı içerisinde kaybolan insanları “bir an için” bile olsa bu gerçekliğin dışına çekebilirse, ilk amacımıza ulaşmış olacağız: o da bir an için durmak, düşünmek ve hayal etmektir. Ve belki de bu an, sonsuz önemsiz ve kayıp anın içerisinde, gerçek bir başlangıç anı olacaktır.
Burada her türlü içerik tartışmasını bir kenara bırakmamız gereken bir ana dikkatimizi vermeliyiz: o an, bir fikrin yaşamsal jestidir, bir fikrin biçimsel temelidir. Jean-Luc Nancy ya da Alain Badiou konuğumuz olarak İstanbul’a geldiğinde, onların yüzünde, yürüyüşünde, seslenişinde, gülümseme ya da hüznünde bir fikirsel jestin, ya dilerseniz duruşun diyelim, izleri durmaksızın bize kendisini sunar. Bir filozofun yapıtlarına can veren bu bedensel ve ruhsal jest, düşünce ve yaşam için, insan için duyulan yaratıcı tutkudur. Bizim yüz yüze karşılaşmalar ve buluşmalarla elde ettiğimiz bu büyük deneyimi, insansı dokunuşu, yazının imkanları ve düşüncenin ufukları ile birlikte ele aldığımızda bir fikirsel mimari üretmenin ilk kıvılcımlarını var etmiş oluyoruz. Bu kıvılcımların, kendi yaşamımızdan, Batı’dan farklı düşünsel ve duygusal temeller barındıran yaşamımızdan alacakları ile yeni bir felsefe ortaya çıkarabilme, yeni bir düşünsel ateş yakabilme ve bu karanlıklarda (fikrin) etrafına insanları toplayabilme, onları buluşturabilme potansiyeli üzerinde duruyoruz. Bu potansiyeli gerçeğe dökebilmek için uzun bir zamana ihtiyacımız olacak. Bu zaman boyunca da filozoflarını ve yapıtlarını kendi jestimizin esinleyicileri olabilecek şekilde dikkatlice okumamız ve izlememiz, Türkçe’de felsefe yapabilmeyi, kendi yaşamlarımızdan kökenlenmiş deneyimleri tutup kaparak Türkçe’de fikirselleştirebilmeyi becerebilmemiz gerekiyor. Felsefenin fikir olarak değil, bir yaşam olarak da anlam kazanacağı bir düzlemin oluşturulabilmesi için Türkçe hayati önemde. Türkçe yazma ve düşünme pratiği olmaksızın, bu coğrafya ve bu tarihin yazı, fikir ve hayal olarak üretilmesi ve bu üretimlerin yaşama geri verilmesi olmaksızın bir felsefeyi var edemeyiz. Bunlar olmadan var olabilene ancak felsefe tarihçiliği ya da filozof takipçiliği adını verebiliriz.
5. MonoKL'in yayın takviminde neler var?
Şu an yayımlanmış 17 kitabımız var. Haziran sonuna kadar 20’si edebiyat olmak üzere toplamda 60 kitaba ulaşmayı hedefliyoruz. Yapıtlarını yayımlayacağımız ve yayımlamaya devam edeceğimiz filozoflar arasında Alain Badiou, Emmanuel Levinas, Jean-Luc Nancy, Michel Henry, Jacques Derrida, Georges Canguilhem, Jacques Lacan, Giorgio Agamben, Jean-Luc Marion, Pierre Bourdieu, Felix Guattari, Maurice Blanchot, Georges Bataille, Dionys Mascolo, Joan Copjec, Jacques Ranciere, Peter Sloterdijk, Serge Lesourd, Vladimir Jankelevitch ve François Lyotard bulunuyor. Edebiyat alanında ise Peter Ackroyd, Christian Bobin, Herve Le Tellier ve daha başka bir çok başka önemli yazarın kitaplarını yayımlayacağız.
6. Alain Badiou'dan başka hangi isimleri getirmeyi planlıyorsunuz?
Monokl, 2008 yılından bu yana 5 tane uluslararası konferans gerçekleştirdi. Dergileri ve kitapları, düşünce ve hayal aygıtı olan yazıyı piyasanın finansal mekanizmalarına maruz kalarak insanlara ulaştırmaya, dağıtmaya ve paylaşmaya çalışmak, bizim kendimizle birlikte, okurumuzu da yaratmak, ondan öğrenmek ve ona işaret etmek olarak adlandırabileceğimiz süreç açısından tam sağlıklı ve etkin işleyemiyor. Bunun Türkiye’deki yayımcılık sektörünün sıkıntılarıyla ve bu sıkıntılardan beslenen ve bu sıkıntıları besleyen dağıtım gibi büyük bir sorunla ilişkisi çok açık. Elbette nitelikli eser üretimi ve nitelikli okuyucu meselesi de apayrı bir sorun. Bu noktada sadece “üstten” bir kitap bırakma ve okuyucunun yapıtı bir kitaplar karmaşası içinde bulmasını beklemek yerine; yaptığımız önemli etkinliklerle de okuyucularla yüz yüze buluşma, iletişim kurma ve onlara sözümüzü sunma ve bu şekilde doğal ve sahici bir güzergah inşa etme yönünde çabalarımız var diyelim. Böylece dergi, kitap ve etkinlik olarak kurmaya çalıştığımız bu gövde ile insanlara sözümüzle, yüzümüzle, yazımızla ve bütün varoluşsal hallerimizle dokunmaya ve onlardan öğrenmeye, onlardaki başkalıkları keşfetmeye çalışıyoruz. Bu keşfi olanaklı kılan filozof katılımlı etkinliklerimizi de kapsamları ve etkileri genişleyecek bir şekilde sürdüreceğiz. Avrupa’nın fikir uzamında kendine güncel bir yer edinmiş Monokl’un, bu güncelliği kendi gündemini de yaratacak şekilde büyüttüğüne tanıklık edeceğiz önümüzdeki aylarda.
7. Kendi felsefe dilimizi oluşturmamız gerekiyor demişsiniz; sizce bu nasıl gerçekleşir?
Bu, öncelikle yazı ile yaşamsal ve ciddi bir ilişki kurmayı gerektiriyor. Çeviri de buna dahil elbette. Bir dil oluşturmak için felsefe açısından en azından temel bir külliyatın önümüzde bulunuyor olması mecburi. Bu anlamda bir sistematik iç-görünün eşlik ettiğini çeviri etkinliğinin sürdürülmesi ve ilişkilerin derinleşirken aynı zamanda genişlediği bir yaşamsal devinimin tutturulması önem kazanıyor. Bu bir kopukluk içinde yürütülemeyecek, bir isyanın kuru şiddetine sığdırılamayacak kadar eş-zamanlı ve başka-zamanlı yürütülmesi gereken bir oluşturma/kurma çabası. Birçok değişkenin yeniden ve yeniden incelenmesini, sabırlı ve emek yoğun bir çalışma sürecinde yan yana gelmeyecek deneyimlerin birlikte-var edilmesini, ve bu deneyimlerin “yazma ve yapma” edimlerine çevrilmesini kapsıyor. Ya da başka bir deyişle bir düşünme, yazma ve yaşama durumlarının birbirlerini besleyecek ve birbirlerinden ayrılmayacak şekilde düzenlenişini ifade ediyor. Bu bir yanıyla estetik bir yan yana getirme haliyken, aynı zamanda düşüncenin mevcut yaşam karşısında, onun sınırlarında bir malzeme biriktirmesini anlatıyor. Bu malzemeye ad koymak dille iş görmeye başlamak demek; ama bu iş görmeyi yaşama geri iade ettiğimiz durumda ancak kavramlarımızın bir hayatı olur. Yaşama iade etmediğimiz, etkinlik halinde yaşamaya çevirmediğimiz hiçbir düşünce bir fikir oluşturmaya, bir felsefe var etmeye yeterli gelmez. Kavramları yaşamsal malzemeden çekip çıkarıp, onları biriktirip, yoğunlaştırıp yaşama yeniden-sunmamız ve böylece yeni bir yaşam deneyimini adlandırmamız gerekiyor. Bu kavramsallığın yaratımı, yaşamla bir ilişki kurmaya, ama onu düşünenin ya da yaratanın kendi konumu açısından da değiştirmeye ve dönüştürmeye hizmet eder. Yaşama iade etmek, yaşamı hep yaşar halde tutmak için, onu ölmüş biçimlere ve temsillere indirgememek için, ondaki başkalıkları düşünülür ve hissedilir kılmak demektir. Yaşam bile her zaman yeniden keşfedilmeye ihtiyaç duyar.
Kendi deneyimimiz açısından konuşursam, Monokl özel sayılarında filozoflarla ilgili, felsefeye de ciddi bir ufuk sunacak şekilde sözlükler yapıyor ve bunların olgusal yansımalarını hem izliyor, hem de içselleştirilmesine katkıda bulunuyor. Aynı şekilde kendi içimizde, konular üzerine kendi fikirlerimizi geliştiriyor ve bu fikirselliklerin, yaşamla temas etmesi noktasındaki tüm zayıflıklarına rağmen, sabrını ve etkinliğini kendi yaşamlarımızda ölçebilmek için uğraşıyoruz. Kendi yaşamlarımıza kendi düşünselliklerimizin ufuklarını armağan etmek, yeni yaşam alanlarını düşünce ve duyguyla paylaşmak; işte bütün meselemiz bu. Ancak yaşamı eskitmeyen, onu yenileyen ve yaşamın canlığında ve tazeliğinde gençleştiren bir fikirsel ve varoluşsal jest bize umut ve anlam verebilir. Bu umut ve anlamı ilkin dilde, Türkçe düşünerek ve yazarak, yaratmak durumundayız.
8. Felsefenin hem fiziksel hem düşünsel bir jest olduğunu söylüyorsunuz. Sözlerinize katılmamak mümkün değil. Sizce Türkiye, bu anlamda bir jest geliştirebilecek mi?
Bu sorunun sınırlarına yukardaki sorularda büyük ölçüde temas ettim. Şunu demek gerekiyor belki de: Jean-Luc Nancy de Alain Badiou da İstanbul’a konferanslar için geldiklerinde, buradaki heyecanlı akıştan, akışkan ve dalgalı duygu durumlarından, düşünsel tutkunun doğasından etkilendiler. Batı’da varolmayan bir yaşam buralarda kök salmış, bütün sorun bu çok derinlerdeki, bu büyük düzlüklerdeki kökleri tutabilme edimini/yeteneğini, onları gövdelerine ve dallarına kadar takip edebilmeyi, bu yabancılıklara sabırla ve özenle yaklaşmayı ve o kökleri kökensel bir hayal etme ve düşünme dünyasına taşımayı istemekte ilkin. Sonra da bu isteği, buralarda açıklıkla fark edilen tutkuyla düşünselleştirmekte. Ancak bu şekilde bir varoluşsal jest buralarda hayat bulabilir. Bizim farklı bir düşünsellik ve duygusallık uzamımız var, bundan doğacak ve kökenlenecek felsefe de farklı olacaktır; bu farklılığı isteyebilecek kadar dayanaklı ve tutkulu olmak zorundayız.
9. Manifestonuzda "MonoKL bir okuldur" diyorsunuz. MonoKL ne "öğretmeyi" amaçlıyor?
Monokl, bir gövde halinde büyümeyi, zenginleşmeyi ve çoğullukların bu tekil çatı altında birlikte varolmasını hayal ediyor. Bu okul, birlikte-öğrenme ve birlikte-yaşama okulu; bir içeriği, bir kuralı, bir yasayı öğretmekten ziyade bir başka yaşamın-temelini atma isteği bizim sahip olduğumuz ve paylaşmak istediğimiz. Nancy’yi izlersek: tekil çoğul bir ortaklık hayal ediyoruz.
10. "Başka bir şey de var" diyorsunuz. Özellikle bunun üzerinde durmak istiyorum çünkü artık şiddet her yerde, kimse sabırlı değil. MonoKL bahsettiğiniz "başka şey" için neler yapıyor?
Evet, hiçbir şiddetin ulaşamadığı bir hayat var, bir düşünce var, bir hayal var. Fikrin karanlık odalarını edebiyatla yaşamlandırmak, fikri ve hayali tutkuda düğümlemek, her türlü yaratıcı üretimi hayata iade etmek ve hayatı eskiden arındırmak ve tazelemek denen bir şey var. Bu tutkuyu tarif etmek gerekiyor, bu tutku “başka şeylere, başka insanlara, başka olaylara”, kısacası başka dünyalara bir tutku. Bir yenilik, bir heyecan, bir fark-ındalık durumunun bitip tükenmek bilmeyen bir arayışı. Bu her gün yanından geçip giderken görmediğimiz şeyleri fark etmek, bu her gün yaşarken anlamlandıramadığımız duygulara hakkıyla dönüp bakmak, her gün kafamızdan geçen ama unutmak için çok acele ettiğimiz düşüncelere bir yer açmanın arayışı. Başka türlüye duyulan isteğimiz bizim bu.
Bu başkalık [başka türlü varoluşlar] iki şekilde bizim “yapma”larımızı, “yaşama”larımızı yönlendirebilir. İlki hayatlarımızda geçip gitmiş, unutulmuş, bastırılmış alanları özgürleştirmek, zaten orada olmuş ve olan başkalıkları bulup çıkarmak, tutup kapmak ve onları edebi istirahat içinde olacakları bir dinginlik ve düşünselliğe dönüştürmek. Onlara haklarını iade etmek de denebilir, ama burada bu başkalıkları elimizdeki temsiller ya da indirgeyici, kendine göre dönüştürücü şiddetlerle ya da mevcut bilgi rejimleri ile değil; kendilerinden bize doğru gelen yabancılıklarla ve farklarla karşılamak gerekiyor. Konuksever olmaktır bu. İkinci yol ise, başka bir şey var denen şeyin, başka bir şey yok, hiç ve sadece hiç dediğimiz “her yerde” dediğimiz noktaya kadar götürülmesidir. Bu henüz yaratılmamış, henüz zamanlandırılmamış, henüz mekanlandırılmamış “başka bir coğrafya”, başka yaşam ve temel atım alanları icat etmek olarak adlandırabileceğimiz çok daha büyük bir girişimdir. Bu, mekan ve zaman yaratmak demektir; mekanın ve zamanın yüzeyini, aynılık ve başkalık rejimleri alt üst olana kadar yıkma, dönüştürme ve temeller, yüzeyler yaratma istencidir. Buna daha tanıdık bir alanda medeniyet deniliyor. Bu başkalığı, başka insanı ve başka dünyayı en yakınlarımızda görebilecek kadar uzakları, çok uzakları düşlemektir ve adeta mevcut sistem, hayal, hakikat ya da gerçeklik biçimleriyle çölleştirilemeyecek bir coğrafya için, o coğrafyanın derinleri ve o coğrafyanın kendi gökleri için düş kurmaktır. Bu, varılıp elde edildiğinde tüketilecek mutlak bir sonu değil; her davranışımıza ve yapmamıza, yaşamlanışımıza eşlik etmesi gereken bir jesti temellendirir; insan olma, ortak olma, eşitlik, özgürlük ve adalet içinde olma jestini.
11. Siz meselesi ticaret olmayan bir yayınevi olarak yayıncılık sektörünü nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’nin yayıncılık sektörüyle ilgili söylenecek çok şey var ama bu çokluğun vahametini ve şiddetini birkaç cümleye hapsetmek iyimser kalabilmemiz açısından daha iyi olur herhalde. Dağıtım, vergilendirme ve büyük yayınevlerinin reklam, tanıtım ve çok-satan kitap üzerinden yürüttüğü ekonomik rejim gerçekten vahşi ve düşmanlaştırıcı bir yayıncılık sürecini teşvik ediyor. Devletin de en azından kitap özelinde bu teşvik etme karşısında duyarsız bir konum aldığını ifade edebiliriz. Kültürü koruyan, ona değer veren ve onu destekleyen bir ülke değiliz ne yazık ki.
12. Editöryal süreçte de öğrencilere bir çağrı da bulunmuşsunuz. Çağrı nasıl sonuçlandı, işbirliği nasıl gidiyor? Çağrıyı yineler misiniz?
Bizimle birlikte yetişecek ve kitap, dergi, etkinlik projelerimize katkıda bulunabilecek öğrenci editör, çevirmen ve redaktör arkadaşlara bir çağrıda bulunduk ve bu çağrımız hala geçerli (Bu çağrıyla ilgili olarak www.monokl.net adresine bakılabilir). Çağrıya yanıt veren birkaç arkadaşla çalışmaya başladık ve gayet iyi gittiğini söyleyebiliriz. Böylesi bir işbirliği Monokl’un daha sağlam bir şekilde varolabilmesi için şu aşamada zorunlu görünüyor; henüz finansal olanakları piyasanın sert rekabeti ile uyuşmayan ve açıkçası o düzlemde becerileri pek sınırlı olan biz öğrenciler için başka öğrencilerle buluşmak bu gövdenin devinimi ve çatı olarak rolünü sürdürmesi için epey önem arz ediyor. Bizim kendilerinden bir şeyler öğrenebileceğimiz, dostluk ve ortaklık içinde paylaşımda bulunabileceğimiz herkese mekanımız açık; bu anlamda hiçbir bencillik ya da üstten bakan kapanma içerisinde olmak istemiyoruz. Bu hakkımız da değil, haddimiz de değil.
13. Her Çarşamba etkinlikler düzenliyorsunuz. Daha önce etkinliğinizi hiç duymamış biri bu etkinliğe nasıl katılabilir? Etkinlikte nelerle karşılaşır?
Etkinliklerimiz yerel düzlemdeki dostluklarımızı, karşılaşmalarımı ve kendi zihinsel, duygusal dünyalarımızı tazelemek ve geliştirmek için minör fırsatlar sunuyor. Ücretsiz olan etkinliklerimiz, psikanaliz, felsefe, edebiyat ve sinema düzlemlerinde her ay Çarşamba akşamları 19.30’da başlıyor ve birkaç saat sürüyor. Konuşmacı sunumunu yaparken bir sohbet ve canlı tartışma ortamı da doğuyor. Taksimdeki ofisimizde gerçekleştirdiğimiz etkinlikler 30 kişi ile sınırlı oluyor ve etkinliklerin duyurularını gerek mail grubumuzdan, gerek twitter ve facebook gibi sosyal medya araçlarından yapıyoruz. Katılacakların editor@monokl.net adresine rezervasyon yaptırmaları yeterli oluyor.
16.2.12
22 Şubat Çarşamba 19.30 - Nilgün Tutal ile François Ozon'un Angel adlı filmi üzerine
22 Şubat Çarşamba 19.30'da Nilgün Tutal, Monokl'un Taksim'deki Ofisinde
François Ozon'un Angel adlı filmi üzerine bir sunum yapacak.
19.30'da başlayacak filmin bitişini takiben, 21.00'da, sunum başlayacaktır.
Etkinlik 30 kişi ile sınırlıdır.
Rezervasyon için editor@monokl.net
Etkinlik yeri: Monokl Yayınları - Kuloğlu Mah. Erol Dernek Sk. No.14 Daire:
4 Taksim - Beyoglu [Mephisto Kitabevinin arka paralel sokağı, Cihangir
yönüne]
Etkinlik: 22 Şubat Çarşamba, 19.30 - 22.00
François Ozon'un Angel adlı filmi üzerine bir sunum yapacak.
19.30'da başlayacak filmin bitişini takiben, 21.00'da, sunum başlayacaktır.
Etkinlik 30 kişi ile sınırlıdır.
Rezervasyon için editor@monokl.net
Etkinlik yeri: Monokl Yayınları - Kuloğlu Mah. Erol Dernek Sk. No.14 Daire:
4 Taksim - Beyoglu [Mephisto Kitabevinin arka paralel sokağı, Cihangir
yönüne]
Etkinlik: 22 Şubat Çarşamba, 19.30 - 22.00
7.2.12
15 Şubat Çarşamba 19.30 - Ömer Aygün ile "Poetikam" Etkinliği
15 Şubat Çarşamba 19.30'da Ömer Aygün, Monokl'un Taksim'deki Ofisinde
"Poetikam" adlı bir sunum yapacak.
Ön-okuma yapmak isteyenler için http://digamma.wordpress.com/2010/10/16/poetikam-13/ sitesindeki bu yazı ve aynı başlıkla takip eden yazılar okunabilir.
Etkinlik 30 kişi ile sınırlıdır.
Rezervasyon için editor@monokl.net
Etkinlik yeri: Monokl Yayınları - Kuloğlu Mah. Erol Dernek Sk. No.14 Daire:
4 Taksim - Beyoglu [Mephisto Kitabevinin arka paralel sokağı, Cihangir
yönüne]
Etkinlik: 15 Şubar Çarşamba, 19.30 - 21.00
Telefon: 0 212 252 68 27
"Yazının Dostluğu, Dostluğun Yazısı Konuşmanın Dostluğuna ve Dostluğun
Konuşmasına Dönüşüyor... "
"Poetikam" adlı bir sunum yapacak.
Ön-okuma yapmak isteyenler için http://digamma.wordpress.com/2010/10/16/poetikam-13/ sitesindeki bu yazı ve aynı başlıkla takip eden yazılar okunabilir.
Etkinlik 30 kişi ile sınırlıdır.
Rezervasyon için editor@monokl.net
Etkinlik yeri: Monokl Yayınları - Kuloğlu Mah. Erol Dernek Sk. No.14 Daire:
4 Taksim - Beyoglu [Mephisto Kitabevinin arka paralel sokağı, Cihangir
yönüne]
Etkinlik: 15 Şubar Çarşamba, 19.30 - 21.00
Telefon: 0 212 252 68 27
"Yazının Dostluğu, Dostluğun Yazısı Konuşmanın Dostluğuna ve Dostluğun
Konuşmasına Dönüşüyor... "
6.2.12
Jean-Luc Nancy'nin Monokl'a İlettiği Metin - Ermeni Soykırımı Yasası Hakkında
Monokl'un Onur Kurulu Üyesi Fransız Filozof Jean-Luc Nancy'nin Fransız Senatosu'nda kabul edilen Ermeni Soykırımı Yasası ile ilgili ilettiği metin:
Tarihin Yasaları
Herkes bilir, Tarih : 1) vuku bulmuş olanı – 2) bunun hakkında ne düşünülmesi gerektiğini dile getiren yasalarla ilerler. Bunlar öyle yasalardır ki, Sezar’ın Galya’yı fethedişini ve bunu yapmakta haklı oluşunu belirler. Bunlar öyle yasalardır ki Napolyon’un Rusya’dan çekilişini ve bunun felaket getirici bir serüven olduğunun söylenmesinin olanakızlığını tesis eder. Bunlar öyle yasalardır ki Cezayir’de Fransız düzeninin yeniden tesis edilmesi için bir operasyon düzenlenmesine ve bunun "savaş" olarak adlandırılmasının kabul edilmez oluşuna karar verir. Başka yasalar, Cezayir’de daha sonra "iç savaş" diye adlandırılmaması gereken başka bir düzen tesis edilmesinde belirleyici olur. Nihayet Türkler tarafından Ermenilere soykırım yapılmış olduğunu ilan eden bir Fransız yasasıdır ve başka bir yasa ise az zaman önce bu soykırımım reddedilmesinin cezaya tabi olduğunu söyler (Naziler tarafından yapılan Yahudi ve Çingene soykırımı misalinde olduğu gibi).
Bunu söylemek için yasalar olduğu andan itibaren ne Tarih’in artık yapılmaya ihtiyacı vardır ne olguların incelenmeye, çözümlenmeye, belgelenmeye, ne de belgelerin değerlendirilmeye ve tartışılmaya. Hukuki üretim tarihçinin işinin yerini alır. Tarihçilerden, araştırmalardan, kitaplardan, tarih filmlerinden kurtulmak isteyen bir ülke için büyük bir ekonomi.
Gelgelelim iki güçlük varmış gibi görünüyor; ilki şu ki: tarih, gerçek, somut, enikonu görmek için zaman bulamadan geçen somut tarih; yazılmış, düşünülmüş, çalışılmış, her daim araştırma, eleştirme, düşünüm halinde olan Tarih üzerine çalışmalara ihtiyaç duyar. İkincisi de şudur: Fransa tarafından 2001’de bu ülkenin Ermeni soykırımının varlığını tanıdığını ilan etmek için benimsenen yasaya benzeyen bir yasa Fransız Anayasa Konseyi tarafından geçerli görülmemiştir. Eğer başvurulmuş olsaydı, Konsey bu yasayı anayasaya aykırı ilan edebilirdi ve 2012’de soykırımın reddi konusunda benimsenen yasa gündeme gelmezdi.
Üçüncü bir güçlük var: hiç bir türden aciliyet ileri sürmeksizin, hiçbir uluslararası kuruma danışmaksızın egemen bir ülkenin ahlaki meselelerine karışma/müdahale hakkı nerede kayıtlı? Hukuki-ahlaki müdahaleler konusunda uzman uluslararası bir ceza mahkemesi tasarlamak gerekmez mi? Öyle ki bu sadece başka bir Devletin meselelerine değil ama aynı zamanda insanlığın, onun tarihinin, bizzat kendisiyle olan ilişkisinin meselelerine müdahaleler konusunda da uzman olmalı.
Tüm bu güçlükler, tarih ve vicdan üstüne yasa koymayı derhal kesmek için yeterince ciddidir. Bu kelimenin tam, mutlak, koşulsuz anlamında adalete –eğer böyle bir anlam, en azından bir Fikir olarak, ileri sürülebilirse– hiç bir türden bir hak ya da yasa erişemez. Fransa’nın yasama ve icra güçleri Ermeni soykırımı yasasını tıpkı daha önceleri benimsenen aynı mahiyetteki yasalar gibi kabul ederek kendini gülünç duruma düşürdü (üstüne üstlük bu son yasa, başka bir Devletle olan doğrudan ilişkisi dolayısıyla ve gelip içine yerleştiği hem Fransa’yı hem de Avrupayı ilgilendiren fazlasıyla bariz bağlamından ötürü daha da kabul edilemezdir).
Yalnızca hayli göreli bir teselli var: hukukçuların, tarihçilerin, düşünürlerin en yetkili sesleri Fransa’da bu davranışın liyakatsızlığını ve saçmalığını ortaya sermekten geri kalmadılar. Onlara konuşmayı yasaklayan bir yasa ise olmamıştır.
Jean-Luc Nancy
31 Ocak 2012
------------------------------------------
LES LOIS DE L’HISTOIRE
Chacun le sait, l’Histoire avance à coups de lois qui prononcent 1) ce qui s’est passé – 2) ce qu’il faut en penser. Ce sont des lois qui déterminent que César a conquis la Gaule et qu’il a eu raison de le faire. Ce sont des lois qui établissent que Napoléon a fait retraite de Russie et qu’il n’est pas permis de dire que ce fut une désastreuse équipée. Ce sont des lois qui décident qu’il y a eu en Algérie une opération de rétablissement de l’ordre français et qu’il n’est pas admissible de la nommer « guerre ». D’autres lois précisent qu’il y a eu plus tard en Algérie un autre rétablissement de l’ordre qu’il ne faut pas nommer « guerre civile ». Enfin c’est une loi française qui a déclaré qu’il y avait eu génocide turc des Arméniens, et une autre loi vient de dire que la négation de ce génocide est punissable (à l’instar de celle du génocide juif et tzigane par les nazis).
Dès lors qu’il y a des lois pour la dire l’Histoire n’a plus besoin d’être faite ni les faits d’être étudiés, analysés, documentés, les documents évalués et discutés. La production juridique remplace le travail historien. C’est une grande économie pour un pays que de se passer d’historiens, de recherches, de livres, de films d’histoire.
Il semble toutefois qu’il y ait deux difficultés : la première est que l’histoire, la réelle, concrète, celle qui passe sans qu’on ait le temps de bien la voir, a besoin des travaux de l’Histoire écrite, pensée, travaillée, toujours en état de recherche, de critique, de réflexion. La seconde est qu’une loi comme celle adoptée par la France en 2001 pour déclarer que ce pays reconnaît l’existence du génocide arménien n’a pas été validée par le Conseil Constitutionnel français. S’il était saisi, celui-ci pourrait la déclarer inconstitutionnelle, et la loi adoptée en 2012 sur la négation de ce génocide n’aurait plus d’objet.
Il y a une troisième difficulté : où se trouve inscrit le droit d’ingérence dans les affaires morales d’un pays souverain, sans qu’on puisse invoquer aucune espèce d’urgence et sans qu’aucune institution internationale ait été consultée ? Ne devrait-on pas imaginer un tribunal pénal international compétent pour les ingérences juridico-morales, et non seulement pour les ingérences dans les affaires d’un autre Etat mais aussi dans les affaires de l’humanité, de son histoire, de son rapport à elle-même ?
Toutes ces difficultés sont assez sérieuses pour qu’on cesse immédiatement de légiférer sur l’histoire et sur la conscience. La justice au sens plein, absolu, inconditionnel de ce mot – si un tel sens peut être allégué, au moins comme une Idée – n’est accessible à aucune espèce de droit ni de loi. Les pouvoirs législatif et exécutif de la France se sont rendus ridicules et misérables en adoptant la loi sur le génocide arménien tout comme les lois de même nature déjà adoptées antérieurement (encore que cette dernière loi soit rendue encore plus irrecevable par son rapport direct à un autre Etat et par le trop évident contexte tant français qu’européen dans lequel elle est venue s’inscrire).
Il n’y a qu’une consolation, bien relative : les voix les plus autorisées – de juristes, d’historiens, de penseurs – n’ont pas manqué en France pour dénoncer l’indignité et l’absurdité du procédé. Il n’y a pas eu de loi pour leur interdire de parler.
Jean-Luc Nancy, 31 janvier 2012
Tarihin Yasaları
Herkes bilir, Tarih : 1) vuku bulmuş olanı – 2) bunun hakkında ne düşünülmesi gerektiğini dile getiren yasalarla ilerler. Bunlar öyle yasalardır ki, Sezar’ın Galya’yı fethedişini ve bunu yapmakta haklı oluşunu belirler. Bunlar öyle yasalardır ki Napolyon’un Rusya’dan çekilişini ve bunun felaket getirici bir serüven olduğunun söylenmesinin olanakızlığını tesis eder. Bunlar öyle yasalardır ki Cezayir’de Fransız düzeninin yeniden tesis edilmesi için bir operasyon düzenlenmesine ve bunun "savaş" olarak adlandırılmasının kabul edilmez oluşuna karar verir. Başka yasalar, Cezayir’de daha sonra "iç savaş" diye adlandırılmaması gereken başka bir düzen tesis edilmesinde belirleyici olur. Nihayet Türkler tarafından Ermenilere soykırım yapılmış olduğunu ilan eden bir Fransız yasasıdır ve başka bir yasa ise az zaman önce bu soykırımım reddedilmesinin cezaya tabi olduğunu söyler (Naziler tarafından yapılan Yahudi ve Çingene soykırımı misalinde olduğu gibi).
Bunu söylemek için yasalar olduğu andan itibaren ne Tarih’in artık yapılmaya ihtiyacı vardır ne olguların incelenmeye, çözümlenmeye, belgelenmeye, ne de belgelerin değerlendirilmeye ve tartışılmaya. Hukuki üretim tarihçinin işinin yerini alır. Tarihçilerden, araştırmalardan, kitaplardan, tarih filmlerinden kurtulmak isteyen bir ülke için büyük bir ekonomi.
Gelgelelim iki güçlük varmış gibi görünüyor; ilki şu ki: tarih, gerçek, somut, enikonu görmek için zaman bulamadan geçen somut tarih; yazılmış, düşünülmüş, çalışılmış, her daim araştırma, eleştirme, düşünüm halinde olan Tarih üzerine çalışmalara ihtiyaç duyar. İkincisi de şudur: Fransa tarafından 2001’de bu ülkenin Ermeni soykırımının varlığını tanıdığını ilan etmek için benimsenen yasaya benzeyen bir yasa Fransız Anayasa Konseyi tarafından geçerli görülmemiştir. Eğer başvurulmuş olsaydı, Konsey bu yasayı anayasaya aykırı ilan edebilirdi ve 2012’de soykırımın reddi konusunda benimsenen yasa gündeme gelmezdi.
Üçüncü bir güçlük var: hiç bir türden aciliyet ileri sürmeksizin, hiçbir uluslararası kuruma danışmaksızın egemen bir ülkenin ahlaki meselelerine karışma/müdahale hakkı nerede kayıtlı? Hukuki-ahlaki müdahaleler konusunda uzman uluslararası bir ceza mahkemesi tasarlamak gerekmez mi? Öyle ki bu sadece başka bir Devletin meselelerine değil ama aynı zamanda insanlığın, onun tarihinin, bizzat kendisiyle olan ilişkisinin meselelerine müdahaleler konusunda da uzman olmalı.
Tüm bu güçlükler, tarih ve vicdan üstüne yasa koymayı derhal kesmek için yeterince ciddidir. Bu kelimenin tam, mutlak, koşulsuz anlamında adalete –eğer böyle bir anlam, en azından bir Fikir olarak, ileri sürülebilirse– hiç bir türden bir hak ya da yasa erişemez. Fransa’nın yasama ve icra güçleri Ermeni soykırımı yasasını tıpkı daha önceleri benimsenen aynı mahiyetteki yasalar gibi kabul ederek kendini gülünç duruma düşürdü (üstüne üstlük bu son yasa, başka bir Devletle olan doğrudan ilişkisi dolayısıyla ve gelip içine yerleştiği hem Fransa’yı hem de Avrupayı ilgilendiren fazlasıyla bariz bağlamından ötürü daha da kabul edilemezdir).
Yalnızca hayli göreli bir teselli var: hukukçuların, tarihçilerin, düşünürlerin en yetkili sesleri Fransa’da bu davranışın liyakatsızlığını ve saçmalığını ortaya sermekten geri kalmadılar. Onlara konuşmayı yasaklayan bir yasa ise olmamıştır.
Jean-Luc Nancy
31 Ocak 2012
------------------------------------------
LES LOIS DE L’HISTOIRE
Chacun le sait, l’Histoire avance à coups de lois qui prononcent 1) ce qui s’est passé – 2) ce qu’il faut en penser. Ce sont des lois qui déterminent que César a conquis la Gaule et qu’il a eu raison de le faire. Ce sont des lois qui établissent que Napoléon a fait retraite de Russie et qu’il n’est pas permis de dire que ce fut une désastreuse équipée. Ce sont des lois qui décident qu’il y a eu en Algérie une opération de rétablissement de l’ordre français et qu’il n’est pas admissible de la nommer « guerre ». D’autres lois précisent qu’il y a eu plus tard en Algérie un autre rétablissement de l’ordre qu’il ne faut pas nommer « guerre civile ». Enfin c’est une loi française qui a déclaré qu’il y avait eu génocide turc des Arméniens, et une autre loi vient de dire que la négation de ce génocide est punissable (à l’instar de celle du génocide juif et tzigane par les nazis).
Dès lors qu’il y a des lois pour la dire l’Histoire n’a plus besoin d’être faite ni les faits d’être étudiés, analysés, documentés, les documents évalués et discutés. La production juridique remplace le travail historien. C’est une grande économie pour un pays que de se passer d’historiens, de recherches, de livres, de films d’histoire.
Il semble toutefois qu’il y ait deux difficultés : la première est que l’histoire, la réelle, concrète, celle qui passe sans qu’on ait le temps de bien la voir, a besoin des travaux de l’Histoire écrite, pensée, travaillée, toujours en état de recherche, de critique, de réflexion. La seconde est qu’une loi comme celle adoptée par la France en 2001 pour déclarer que ce pays reconnaît l’existence du génocide arménien n’a pas été validée par le Conseil Constitutionnel français. S’il était saisi, celui-ci pourrait la déclarer inconstitutionnelle, et la loi adoptée en 2012 sur la négation de ce génocide n’aurait plus d’objet.
Il y a une troisième difficulté : où se trouve inscrit le droit d’ingérence dans les affaires morales d’un pays souverain, sans qu’on puisse invoquer aucune espèce d’urgence et sans qu’aucune institution internationale ait été consultée ? Ne devrait-on pas imaginer un tribunal pénal international compétent pour les ingérences juridico-morales, et non seulement pour les ingérences dans les affaires d’un autre Etat mais aussi dans les affaires de l’humanité, de son histoire, de son rapport à elle-même ?
Toutes ces difficultés sont assez sérieuses pour qu’on cesse immédiatement de légiférer sur l’histoire et sur la conscience. La justice au sens plein, absolu, inconditionnel de ce mot – si un tel sens peut être allégué, au moins comme une Idée – n’est accessible à aucune espèce de droit ni de loi. Les pouvoirs législatif et exécutif de la France se sont rendus ridicules et misérables en adoptant la loi sur le génocide arménien tout comme les lois de même nature déjà adoptées antérieurement (encore que cette dernière loi soit rendue encore plus irrecevable par son rapport direct à un autre Etat et par le trop évident contexte tant français qu’européen dans lequel elle est venue s’inscrire).
Il n’y a qu’une consolation, bien relative : les voix les plus autorisées – de juristes, d’historiens, de penseurs – n’ont pas manqué en France pour dénoncer l’indignité et l’absurdité du procédé. Il n’y a pas eu de loi pour leur interdire de parler.
Jean-Luc Nancy, 31 janvier 2012
Subscribe to:
Posts (Atom)