Ah nerede o eski avangartlar?
-yahut-
Çağdaş müziğin ahval-i pür melali üzerine paradokslar
I.
Kültürel hayatın her alanında tektipin, tekdüzenin, yavanın bütün iletişim kanallarından dayatıldığı, sorgulamanın, derinlik arayışının neredeyse tümden gözden düştüğü bu günlerde geriye dönüp yirminci yüzyılın aşağı yukarı ilk üç çeyreğine yayılmış müzikal canlılığa, yenilikçiliğe, cesarete, yapılan buluşlara bakıp iç geçirmemek mümkün değil.
Bugün, avant-garde sevgisi, içinde önemli ölçüde nostalji taşıyan, retro bir zevk artık.
II.
Peter Ustinov, başka birçok özelliğinin yanında, müthiş bir müziksever. Özellikle Almanca konuşulan ülkelerde yaptığı klasik müzik programları, klasik müzik üzerine skeçleri, taklitleri ile de tanınıyor. Bir söyleşisinde, çağdaş müziğe dayanamadığını anlatıyordu: Hamlet’i konu alan bir çağdaş bir bestede, Ophelia’nın aklını yitirip şarkı söylemeye başladığı sahnede kullanılan eski şarkı sayesinde nihayet tonal bir melodi duyunca, eser boyunca tırmalanmış kulaklarının bir an için bayram ettiğini, ama diğer oyuncuların Ophelia’nın güzelim melodisini bir delilik emaresi olarak gördüklerini ve (sanki asıl delice sesler çıkaranlar kendileri değilmiş gibi) bunu yine kulak tırmalayıcı seslerle açıkladıklarını anlatıyordu – hatırladığım kadarıyla yazıyorum. Ravi Shankar’ın Edgard Varèse ile Central Park’ta karşılaşması, Varèse’in Shankar’ı biraz müzik dinletmek üzerine evine davet etmesi ve sonra Varèse’in müziğindeki disonansların ve gürültülerin Shankar’ın karnına ağrılar girmesine yol açacak kadar rahatsız etmesinin hikayesi de var.
Anekdotlar nefis tabiî. Evet, dinleyici ile köprüleri atmaya eğilimi olan, güç anlaşılır olandan kaçmayan birçok çağdaş besteci var – kaldı ki, yüzyıllarca çağdaşlığın varoluş kipi olmuş bir durum bu, Beethoven’in sağlığında müziği hakkında gazetelerde yazılanları biliyoruz, Varèse hakkında sağlığında yazılanlardan çok farklı değil. Tuhaflık ise şurada: müziğe hayatını yatırmış, dünya hakkında söyleyecek sözü olan, bunu söylemek için müzik yolunu seçmiş bir insanın tüm yatırımını anlamsızlığa yapacağını düşünmek, ne derin, ne köklü bir bönlük – ortaya konulması yıllar süren bir birikimin sonucu olan bir esere, kimsenin o eserin süresi boyunca yoğunlaşmış bir ilgi göstermeye bile mecalinin kalmamış olması gerçeğini herkes bilir de söylemezken, çağdaş müziğin anlaşılmazlığı üzerine bir anekdot ile kestirip atmak ne kadar kolay.
Olivier Messiaen’in “Zamanın Sonu İçin Kuartet”ini ya da “St. François d’Assisi” operasını, İlhan Mimaroğlu’nun “Sing Me A Song of Songmy”ını, Karlheinz Stockhausen’in “Kontakte”sini, Frederic Rzewski’nin El Pueblo Unido çeşitlemelerini ayağını uzatıp, dikkatini vererek dinleyen birinin, daha ilk dinleyişinde bile bu bestelerin bir şeyler anlatmaya çalışmadığını, anlaşılmaz olduğunu söyleyeceğine inanmakta güçlük çekiyorum:
Bir derdi olan, her notasıyla, her ses seçimiyle, her kelimeyle bu derdi anlatmaya, açıklamaya, serimlemeye çalışan bu eserlerin anlaşılmaz diye adları çıkmış.
III.
Çağdaş müzik dili, aslında, neredeyse, yalnızca kendini yalnızca müzik olarak konumladığı zaman kendini anlatmakta başarısız kalıyor – çağdaş müziğin yaptığı işlere en çok burun kıvıranlar bile, bu müziğin tekniklerini bir film müziğinde gerilim unsuru olarak ya da bir reklamda elektronik ses efekti olarak dinleyince çok rahatlıkla anlayıp tüketebiliyorlar. “2001: A Space Odyssey”i ilk ortaya çıktığında, seyirciler arasında işi bilenler, sinemada Ligeti duyduklarına inanmakta güçlük çekmişlerdi: Kubrick’in Ligeti’ye yaptığı bu hizmet, yıllar sonra Sony’nin “The Essential Barbra Streisand” ve “The Essential Michael Jackson” ile aynı diziden bir “The Essential György Ligeti” çıkartmasına giden zincirleme reaksiyonu başlatacaktı.
Günümüzün bestecisi, yeter ki bestesini beste olarak dinletmeye kalkışmasın. Konser salonu ve plak dışında bu müziğe birçok alanda yaşama hakkı var – başka bir şeylerin, genellikle de görsellerin, arka planında olsun yeter.
IV.
Weimar Almanya’sı, sanatın her alanında olduğu gibi, müzikte de 20. yüzyılın en karanlık, en yakıcı, en alaycı işlerinden bazılarını ortaya çıkardı – bütün düzenin çivisinin çıkmış olduğunu, savaşın, iktisadın, siyasetin yalan üzerine kurulu oluşunu dişleriyle, tırnaklarıyla; kara mizahın en ağırıyla gösteren onca sanat eseri, artık kanonize olup kurumların icazetini aldılar – bu dönemin zehir zemberek ruh halini görebileceğiniz en iyi yerlerden biri, her milimetrekaresinde burjuvalığı, lüksü, rafine zevkleri hissettiren bir kurum örneğin: New York’taki Neue Gallerie. Klimt’leri görmeye gelin, kafemizdeki Apfelstrudel’ler için kalın, diyen bir reklâm sloganları da var: George Grosz’un savaş resimleri sergisini gördükten sonra, Kurt Weill şarkıları dinlerken, bu nezih ortamda yiyip içebiliyorsunuz.
Gidişat, gidişata direnişi de içselleştirip, meraklısına müsait bir fiyat karşılığında gidişata direnişi tüketme olanağını da sunuyor demek ki. Sunmasın diye efelenmek ne kolay, değil mi, ne kadar da bönce aynı zamanda: biriktirmenin, kuşaktan kuşağa aktarmanın kurumlaşmaktan başka bir yolu var mı?
Zappa’nın “salyası akan şirket muhasebecileri”nin müziğe etkilerinden bahseden o güzelim şarkısını dinleyebiliyorum, çünkü bunun için salyası akan bir şirket muhasebecisi onay veriyor. Düzene direnen müzisyenlerin bestelerinden, albümlerinden bahsederek, düzene katkıda bulunuyorum.
Gidişatla bir meselesi olmayan birisi avant-garde’ın peşine düşmez: ama bunun yapmak için de, gidişatla şu ya da bu ölçüde ortaklık kurmak zorunda.
V.
Öncü müzik: az kişinin gitmeye cesaret ettiği, zorlamayı akıl ettiği sınırları arayan, kalabalığa uymaktan kaçınan müzik. Öncü’lüğe, sürüden ayrılmaya yüklenen bunca olumlu anlamın da bir pazarlama unsuruna dönüşmesi kaçınılmazdı belki ama, bu kadar insan en çok satan 100 albümden 90’ının “alternatif” müzik olduğuna, dünyanın en büyük plak şirketlerine bağlı olarak çalışan ve bu şirketlerce şiddetle pazarlanan grupların “indie” müzik yaptıklarına nasıl inanabildi? Frank Zappa’nın tümden sistemin dışına çıkarak müziğin kendi ailesinin eliyle posta yoluyla dağıtmaya başlamış olduğunu, bunun anlamını kaç kişi fark etti?
Öncü müziğin terminolojisi de artçı güçler tarafından fethedildi, aslında: öncüler için yeni sözcükler gerek.
VI.
Weimar Almanya’sının kabarelerde, sanat müziğinde, resimde, edebiyatta hem ilk savaşın, hem de yaklaşmakta olan ikinci savaşın çılgınlığına karşı attığı çığlığın gücünü bugün dilimiz tutularak izliyoruz: Dada’cıların, Grosz ve Schiele’nin, Karl Kraus ve çevresinin meseleyi doğru gördükleri, ellerindeki bütün araçları en üst düzeyde kullandıkları açık. Korkutucu bilgi ise şu: bütün bunlar bir işe yaramamış – karakamu bildiğini okumuş, tercihini kendi çıkarını genişletme bönlüğüne kapılıp neredeyse toptan yıkıma ulaşma yönünde kullanmış. Benim kuşağım o günden bu güne bir şeylerin bir ölçüde de olsa değiştiğini sanarak büyümüştü, Irak savaşı gerçekleri kafamıza kaktı: insanoğlu bu işte, içgüdülerinde kendi çıkarını etrafına yıkım saçmakta arayan bir yön var ve bu içgüdü her fırsatta ortaya çıkıyor, üstelik bunları sarıp sarmalayacak bir retorik buluyor her zaman. Mimaroğlu’nun Vietnam üzerine yaptığı albümü yukarıda anmıştım, bugün bu müziğin, bu müzikteki radikal savaş karşıtlığının hala böylesi güncel olmasında bir yandan bir ruh kardeşliği okuyorsak, bir yandan da bir yılgı okuyoruz: işte, böylesi güçlü itirazlar da işe yaramamış; hala aynı oyun oynanıyor, üstelik karşı olsak, karşı dursak bile oyunun çamuru üzerimize sıçrıyor, hepimize bulaşıyor – Türkiye’nin en büyük demokratikleşme projesi olan Avrupa Birliği projesine destek gele gele ABD ve Britanya’dan geliyor.
İnsanlığın, dünyanın bu halini görüp, sanatçının direnişinin sonunda ibreyi çevirmeye yetmediğini bilerek, bu bilgiye rağmen daha düzgün bir dünya yaratma, yeni bir söz söyleme, kaosun içinde düzen adacıkları yaratma, seyrek fırsat’ları yakalayıp bunu paylaşma çabası: bugün yeni söz söylemeye çalışmanın en yakıcı çelişkilerinden biri.
VII.
Edgard Varèse’in meşhur sözü: The present-day composer refuses to die. Anlam yelpazesini Türkçeye aktarmak için birden fazla çeviri önermek gerekiyor bence: Günümüzün bestecisi ölmeyi reddediyor, ölmeye direniyor, bir türlü geberemiyor. Endüstrinin kıyıya ittiği, dinleyicinin uzak durduğu, iletişim, paylaşma, saklama yollarının tıkandığı bir ortamda, bugün yaşayan, bugün hakkında söyleyecek sözü olan, üstelik kısıtlı kaynaklara inat, gerek yazı tekniği, gerek performans tekniği açısından en üst düzeyde çalışma, alıştırma, özveri isteyen müziklerle bir şeyler anlatmaya direnen besteciler gerçekten de geberemiyorlar bir türlü: bir avuç meraklının inadı, desteğiyle ne yapılıyorsa yapılıyor.
Mozart’ın 250. doğum gününü kutlayan kutlasın da; bugün yapılan, bugün dinlenen müziğin bugün üzerine söyleyeceği yakıcı bir şeyler olmalı.
Not: Bu yazı, Monokl'un 2006 Haziran'ında çıkan 1. sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılmaması rica olunur...
No comments:
Post a Comment