8.12.08
Işık ile Birlikte Bir Yolculuk / Volkan Çelebi / Sayı 3
(“ile” birlikte yolculuk (1) : Her kimle ve her kim üzerine olursa olsun –isterse yazının dışarısında kalan bütünün kendisi üzerine olsun- buradalaşıyoruz ilkin “yazı ile”: eşlik etmekle kalmayıp, giderek yazarını ortadan kaldıran, onu aşan ve birlikte olmamanın karanlığına iten şey ile yolculuktur çıktığımız: Bir yolcusuz yol, yoldan yoksun yolcu, yazgının ışıklandırdığı yazı ile birlikte bir “çok” ışıklı yolculuk.)
Gerçekten yazmaya başlamanın “o”radalaşmak, kaybolmak ve silinmek olduğu, gecenin en öz ışığına karışmanın birinci ve ikinci değil üçüncüleşmek, boşluğa mümkün olduğunca yer açmak olduğu yerde yazının tanrılarına ve ışığın içinden geçiriciliğine bırakıyoruz kendimizi... )
ξ
Hayır bir gecede bir karanlık yoktur
Çok karanlık vardır bir gecede (2)
Fazıl Hüsnü Dağlarca-Bellek
Işığın ortaya çıkaran ve birlik ile türlülüğü aynı anda var eden bir doğada olduğuyla karşı karşıya kalıyoruz ilkin. Işık görünür kılıyor, varolanları “var” eden ortamı; varolan ile varlık arasındaki, hatta hakikat ile gerçeklik arasındaki gizli bağı açığa çıkartan yolu döşüyor. Bu düşünce ile yoğrulan bağın tam anlamıyla açıkta olmasına doğru yönelimin ilkin insanın henüz dışarıda ve orada olmayan [çünkü henüz kendi içinde ve kendi buradasında değildir] ama saf içselliğin ve ayinin dolaysızlığıyla doğanın sularında yüzen gözleriyle, baktığı ile birleşen ve kutsal bir ilişkiye geçen gözleriyle başladığını kabul etmeliyiz. [Işığı ilk ve son alan gözler: doğumla başlayan ve giren… ölümle biten, dışarı çıkan ışık!]
Varolanların hepsinin de ışığın birliği altında özgürleşip –ilerde Heidegger’in idea ve ışık ilişkisinde daha gelişmiş bir bağlamda göreceğimiz gibi- onun altında birlikte mümkün olması, tarihsel bir anlatıya yani büyük göz ve bazen de tanrı olan güneşin doğum ve batım döngüsüne başvurulduğunda, ışığın yok olmasıyla birlikte varolanların varlığının sönmesi anlamına da geliyor. İnsanlığın en eski mitolojilerinde bile kendisine yer bulan bu döngüsel durum, yaşam ve ölüm ikiliği başta olmak üzere başka bir çok yansıtıcı ikilikte ve onların çatışmalarında yaşama, şeylere ve düşünceye sızıyor.
Eski çağlarda aşkınlığın ve ululuğun gökten, yukarıdan geldiğinden olan inançtan ve ışığın alta alınan şey değil, alta alan ve üstte olan şey olma durumlarından hareketle güneşin bir yeniden-doğuran; gecenin sessizliğini ve özdeşliğini yaran bir delici, yaşam ve türlülük, en önemlisi de zamansız bir bağlılık verici olarak okunması gerekiyor. Paleolitik çağlardan itibaren “mezar yönlerinin, ruhun kaderini güneşin hareketiyle uyum içine sokma niyetini, yani bir “yeniden doğuş”, başka bir deyişle farklı bir dünyada hayat sonrası varoluş umudunu açığa vuracak şekilde doğuya çevrilmiş olması…” (3) ölümün yalnızca kısa süreli bir geri çekilme, bir geceye girme ve böylelikle bir dinlenme olduğunu göstermiyor mu?
Zamanın ve mekanın sınırları kadar yaşayan bir insanın gözünde ve aklında; yaşamın bir bitiş değil, tekrar eden, dönen ve sonsuza kadar sürüp giden bir varoluş ağının yalnızca bir parçasını oluşturması güneşin altında bireysellikleri içerisinde kendisiyle yaşayan insanlara yabancı ve görünmez kalan bir geçmişi, o geçmişin aynı güneş altındaki insanlarını, bir geleceği, o geleceğin içinde aynı güneş altında yaşayacak insanları kutsal bir şekilde, zaman ve mekan dışı bir düşlemle birbirlerine bağlarken; diğer taraftan bu zaman ve mekan aşırılık; bu sonsuza kadar yaşama ve nesnelere olan bağlılık güneşin onlara sunduğu ışıklı mucizenin, ışıkla bağlanışın ve yeniden doğuşun öteki dünyayı; görünmeyen ve yaşanmayan; ölümle gidilecek olan dünyayı yaratmasıyla sonuçlanır zira bu bağlılık ölümsüzlüğü ve geçmiş ile gelecek, yaşam ile ölüm arasındaki geçişin birliğini hemen yankılandırır: Sonsuz geleceğe gitme ve sonsuz geçmişe gitme cennetin beyaz ve cehennemin sarı ışıklarının kesişiminde garanti altına alınmış olur.
Öteki dünyaya yolculuğa çıkacak olan ruhun çoklukla ışıktan yapılma bir doğa ve yeni yaşamına doğru göğe yükseliş ile hayal ediliyor oluşunda, kuşkusuz güneşin konumu ve çağlar boyunca dillere de karışarak büyük ve küçük anlatılara gizlenen yaratılışa ait imge ve simgelerin büyük önemi vardır. Aynı şekilde dünyanın yaratılmasıyla ilgili ilkel mitlerde de bir büyülü uçuş ve göğe yükselme söz konusu edilir.
“Kozmogoni miti ezeli suları ve Yaradan’ı gösterir; insan veya su hayvanı biçimindeki Yaradan, dünyanın yaratılması için gereken maddeyi çıkarmak üzere okyanusun dibine dalar… [Bu maddeyle] Göğe yükseliş ve büyülü uçuş… şamanizme özgü düş ve esrime deneyimleriyle uyum içindedir…” (4)
Yükselinen şey olarak göğün bir mekan olarak tarihsel açılımları üzerine eğildiğimiz zaman Aristoteles’in de dahil olduğu Antik Yunan kozmolojisinde de göksel varlıkların dairesel hareketlerinden dolayı ölümsüz olduklarının ifade edildiğine tanıklık ederiz. Demek ki gök, bir daireselliğe ve sonsuzluğa konu edilmekte çünkü ölümsüz olduğuna inanılan cisimler –dairesel hareketlerinden dolayı- barındırıyor. Bu bilimsel olma yoluna henüz giren inanışın izinin sürüldüğü çok daha eski zamanlar, ölümsüzlerin, bu bağlamda tanrıların ve kahramanlarının da mekanı olan göğe doğru uçmanın, bazen de bir kurtuluş olarak önümüze serilen yükseklik deneyiminin aşkınlık ve ululuk ile olan ilişkisini gözler önüne sermektedir. Kutsal olanın tezahürünün de, aşkınlık ve ululuk ile her daim birlikte mümkün olması sonsuz yaşama, ölümsüzlüğe olan özlemin doğrudan dışavurumları olarak algılanabilir. Özellikle dinsel düşünümün olgunlaşması ve söz olarak, ilerde de yazı olarak iletim ortamı bulması ışığın bir taraftan da büyük göz güneş, yükseklik, aşkınlık ve kutsallık ile birlikte bir tamamlayıcı forma, Tanrı’nın doğal ışığı formuna dönüşmesine imkan sağlamıştır. [Işığın farklı bir konuma erdiği inanç tarihi içerisindeki değişim ve gelişimi konumuzun kapsamını ve sınırlarını aşan çok ayrı bir incelemenin konusudur; bu konuya dolaylı göndermeler dışında çok fazla girilmeyecektir.]
Göğün en büyük ve tartışmasız gücü olarak karşımıza çıkan güneş ile ışığın anlamlarının ve konu olduklarının bütün olarak okunabileceğini ve ışığın güneş ile saf ve kapalı bir özdeşleşme içinde olduğunu düşünmek kuşkusuz bir yanılsama olacaktır. Işık ile ilişkilendirilmesi gereken nesneler yalnızca güneş değil gece ile görünen ve parlaklığı olan başka cisimlerdir de, yıldızlar, çıplak gözle görünen başka gezegenler ve en önemlisi aynı zamanda bir özne olan - ve bir felsefi görüş açısından bakıldığında- bütün nesneleri görünür ve var kılan insanın, insan gözünün kendisidir de [derin düşünce ve yargıyla birleşmiş görüştür]. Büyük göz güneş karşısında, küçük göz insan.
Gündüzleri gökte tamamen parlayan ve ortamı, şeyleri tamamen aydınlatan güneşin bütüncül ışığının yerini; geceleri yıldızların ve başka gezegenlerin yalnızca bakıldığında görülmelerine olanak tanıyan kesikli ve parçalı ışıkları almaktadır. Gündüzün ışığı görünür kılarken, görmeyi mümkün kılarken; gündüzün geceye dönüşmesiyle birlikte göğün yeryüzünü değil de yerin göğü ortaya çıkarması, sanki insan gözünün, küçük bir güneşmişçesine, gökteki nesnelere varlık veren bir kaynak konumuna yükselmesi durumu gizlice ortaya çıkar. İnsan gözü, gecenin içerisinde göksel nesneleri gecenin özdeşliği içerisinde görünür ve var kılar. Bir karanlık yoktur bundan böyle gecede, etrafta her bir insanın gözünü, çok ışığı sınırlayan “bir” çok karanlık vardır. (F.H.D.)
İnsanın güneşe, sonsuz gücün kaynağı olana doğrudan bakamıyor olması ile geceye görüşüyle ışığın anlamını ve ölümsüzlüğün anahtarını fırlatması arasındaki derin karşıtlık insanın sonluluk ve sonsuzluk, gündüz ve gece, yaşam ile ölüm, insan ve tanrı olma durumları arasındaki çelişkisi, gidip gelmesidir. Geceleri ışığa anlamını, kendi üzerindeki kapanmışlığından çıkarak, onu olumsuzlayarak veren şeyin kendisi insan gözüdür: karanlığı yutan bu insan gözmekliği bir ışık tözmekliği gibidir, göz töz oluverir; göz dışarıya odaklı ve kendisini kırpan gözle sınırlı değildir, aklın ve tarihin sınırlarına taşar, yargısıyla nesnelerin karanlığını belleğin ışıkla dolu olan düşüncelerine doğru atar. Karanlık gecenin altında derin bir özdeşlik içerisinde yalnız olmayı getirir, insan ise yalnızsız kılar şeyleri ve göksel mekanı.
Göksel mekanın, gündüzle ışık veren, gece ile ise ışık alan olması; kendiliğinden mevcut ama –insan bakışı olmaksızın- görünmez olan ışığın insan gözü üzerinden kesikliliğinden ve parçalı olmasından kurtulup bütüne yayılması, insanı ölümlü olduğu gündüzden ölümsüz olduğu geceye, var ettiği göksel nesnelerle olan ölümsüz birliğine götürür: İnsan gözünün ışığını alan nesne, bütün göğü kat eder, karanlığı deler geçer ama ardında iz bırakmaz. Karanlığı silkeleyerek nesneleri varlığın oyununa katan insanın kendisini tanrıların yerine koyduğu zamanlar olup çıkar geceler ve öldürme, eğlence, felaket, çılgınlık, kan dökme ve özgürlüğün bütün kışkırtıcı biçimleri gece ile insanın kendi içinden kendi dışarısına doğru gelen tanrısal vahiylere dönüşürler:
“Gecenin ve karanlığın, avın öldürülmesinin ve bir aile üyesinin ölümünün, kozmik felaketlerin, kabile üyelerinin yaşadığı coşku, çılgınlık ve kan dökme krizlerinin taşıdığı vahiyler…” (5)
Işığın imge ve simgelerini besleyenin yalnızca güneş, yalnızca ışıkla kılmak ve ışıklı kılmak demek olmadığını, gecenin içerisindeki insanın ve tanrısal oyununun da ışıklı nesneleri ve ortaya çıkan bütün zihin ve duygu durumlarını vareden bakışla beslendiğini pekiştirmiş bir konumdayız. Böylelikle itaat eden, adaklar adayan ve ışık altında boyun eğmek zorunda kalan insandan, özgür, çılgınlıklar yapan ve kendi bakışı altında evreni var ettiğine inanan derin düşünceyle donatılı, kısacası düşüncenin kendisi üzerine düşünmeye, evrenseli konu almaya başlayacak olan insana geçiş yolunu genişletmiş olduk. Bu geçiş ve geçişleri var eden tarafların yarattığı aradalık durumu insan için öncelik ve sonralık ilişkisi içerisinde olmaktan çok yalnızca mantıksal bir düzlemdedir; insan itaat etmenin ve özgür olmak istemenin derinliğini ve genişliğini ışık alan ile ışık veren, var edilmiş ve var eden arasındaki çelişkiyi düşüncesinin ve yaşamının tarihi boyunca yaşamıştır.
- Ne zaman ki zıtlıkları kendi içinden kendi dışına birleştirmiş ve kendi dışını kendi içerisine tekrar gömmüş; ne zaman ki göğe yükselişin anlamını, gündüzün ışığını kendi zihninde şeyleri var ettiği, şeyleri ortaya çıkarttığı gecenin tanrılaştırıcılığı ile birlik içerisinde görmüşse o zaman ışık ve oluş altında, gece ve olmayış üstünde var olanların hakikatinin özüne ve dingin birliğine ulaşmıştır,,, evet bu nadiren gerçekleşen: insanın içerisinin –düşüncesinin- dışarısı ile –gerçeklik ile- birlikte mümkün olduğu göğün yer ile bağlandığı bir ışık telinin, yeni tinin ilk ışıklarının zamanıdır. Hegel’in söylemiyle “Bütünün yüzünü değiştirmeyen bu dereceli ufalanış bir gündoğuşu ile kesilir ki, bir şimşek gibi, birdenbire yeni dünyanın biçim ve yapısını…” ,(6) aydınlattığında gerçekleşen zamandır. Bu gündoğumu bütün zıtlıkların eridiği, eskinin yeniye katıldığı, şimdide gelecek ile geçmişin bağlarının sıkıca kurulduğu, parçaların bütün olarak kendi anlamlarının toplamından daha çoğu olduğu, hakikatin mekanının gerçekliğin zamanı olduğu ölümsüzlük anıdır.
Buradaki soluklanmamızda dile getirdiğimiz ölümsüzlük anı -Tinin deneyiminden geçmemiş, tarihin zenginliklerini aşmamış olan- kuşkusuz insanların evrenin, dünyanın ve kendilerinin başlangıcı ile ilgili düşledikleri mükemmelliğe ve kutluluğa götürmektedir bizi doğrudan. Sözgelimi Mezopotamya dinlerini incelemeye koyulduğumuzda, oralarda soyutlamanın ve ayırmanın, zıtları yan yana görmemenin, saf düşüncenin edimselleşmeyen yanlarının yatmakta olduğunu gözlemleriz:
“… Tanrı An göğü yukarı doğru kaldırdı ve Enlil de annesi Yer’i yanında götürdü. Gök ve yerin ayrılmasına ilişkin kozmogoni izleği oldukça yaygındır… Bazı metinler başlangıçlar’ın mükemmelliğine ve kutluluğuna değinir: “ Her şeyin mükemmel yaratıldığı eski günler” vb. Ama anlaşılan gerçek cennet, ne hastalık ne de ölümün bulunduğu Dilmun’dur. Orada “hiçbir aslan öldürmez, hiçbir kurt kuzuyu kapmaz, parçalamaz… Hiçbir göz hastası “gözüm ağrıyor” demez… Surlarında hiçbir gece bekçisi dolaşmaz…” (7)
Tarihin iyiliği ve kötülüğü, hakikati ve yanlışı yan yana getirme ve birlikte var kılma kudretinden yoksun olan bu edimselleşmemiş arı düşünceler ve hayallerde, dolaysızlığın, birbirine karışmamanın, saf ışık diyebileceğimiz, karanlığın hiçbir şekilde ışığın yanına koyulmadığı ve saf iyilik, rahatlık ve kötülük yoksunluğu ile özdeşleşen bir başlangıç tasarımı görüyoruz: Işığın, iyiliğin, hakikatin henüz yalnızca kendinde kaldığı ve üzerine kapanmış bir donukluk içerisinde beklediği ölümden farksızlık hali…
Güneşin ve gecenin insan ruhu, inanışları ve günlük yaşamı üzerindeki etkisinin büyüklüğü ve derinliği, ışığın dolaysız anlamı içerisinde doğal bir fenomen olarak, insanın kendisini adadığı ve kendisini onunla bir gördüğü doğanın önemli bir elementi olarak yeri ve önemi, surlarında hiçbir gece bekçisinin dolaşmadığı cennetin dolaysızlığında, düşünceden yoksun genişlik ve derinlikte erimektedir. Bu eriyiş ile ışığın metaforik yapılarını çağıran düşünsel düzlem arasında ancak gerçekliğin ve düşüncenin tarihiyle giderilebilecek derin bir ayrım vardır. Işığın metaforik yolculuğu, henüz düşünsel dünya ile gerçek dünya arasındaki büyülü (sanılı) birliktelikten yoksun olmayan, dünyayı onda var olan bütün ruhlarla birlikte kendi üzerine kapatan ham insan bilincinde ortaya çıkmış değildir. Ham insan bilincinde gözlemleyen ve gözlemlenen, düşünce ve nesnesi dolaysız ve karşıtlık çağrıştırmayan bir algı birlikteliği içerisindedir: Aşkınlık ve göktekinden aşağıda olma, ışık verme ve ışık alma üzerlerinde düşünülemeyecek kadar eksiksiz –bu yüzden tamamen eksik- bir döngüde sürekli yer değiştirir dururlar.
Bu insan düşünmesinin (felsefi anlamda düşünmenin, düşüncenin kendisi üzerine düşünme, nelik üzerine sorgulamayla başladığını varsayıyoruz) etkinliğinden bağımsız bir şekilde kendiliğinden vuku bulan yer değiştirme, zamanın ve insanın gelişimi karşısında kesintiye uğraşmış ve giderek yok olmuştur. Ekonomik altyapı geliştikçe ve insanlık orada-burada olmaktan, yalnızca burada ya da orada olma seviyesine yükseldikçe, tarihsel ve düşünsel deneyim zenginleşmiş ve yazının icadı ile birlikte de düşünce ile deneyim yayılmaya başlamıştır. Burada bu birikmenin, gelişimin ve kırılmanın üzerinde durmayıp, konumuzun temelini oluşturan yere dönüyoruz: Düşünmeye, düşüncenin ve doğanın kendisi üzerine sorgulamaya başladığımızda, düşüncenin ve gerçekliğin tarihleri arasındaki bağ, bizim için burada ışık düşüncesinin ve onun metaforik yapılarının tarihi ile ışığın doğal bir olay olarak tarihi – yakın çağda da pozitifbilimsel tarihi- olarak ayrışmıştır. Biz burada daha çok ışık düşüncesin kendisini ve ışığın hakikat ve iyilik ile olan ilişkisini ele almayı uygun buluyoruz. Işığın bir fenomen ve salt-dışarda olan olarak varlığına ise kendi izlediğimiz patika bağlamında dolaylı olarak değineceğiz.
ξ
Hiç batmayacak olandan kim, nasıl kaçıp saklanabilir? (8)
Herakleitos-Fragmanlar
Thales ile birlikte başlamaya çalışan düşüncenin kendisi üzerine düşünümü (felsefenin kendisi), evrenin kendisinden geldiği öz ne’dir sorusuna kilitlenmişti bir dönem boyunca. Bu başlangıç olmayan başlangıçta hala doğaya yönelik bir bakış ve tözün madde olarak kabullenilişi, doğa ile insanın aşınmaya başlamış da olsa dolaysız bir birliktelik içerisinde oluşu mevcuttu. Kısacası eski dönem inanışları, mitleri düşüncenin başlangıcı üzerine bir sis perdesi örtmekteydi. Yine de düşüncenin kendisine doğru yaklaşmaya başladığı bu dönem, arkhe’nin değişmezliği ve ana ilke oluşuyla düşüncenin evrenselliği ve varlık etrafında yoğunlaşan hakikat anlayışının uyanması için bir ön hazırlık oluşturarak özsel bir aşama olmuştur.
Felsefe, çok sonraları hakikatin tahakküm altına alacak biçimde katmanlanması ve varlığın varolanlarla ilişkisinin unutulması olarak eleştirilecek, bu dönemde “evrenin kendisinden geldiği öz ne’dir?” sorusu, bu soruya verilen yanıtlar ile bu yanıtların yetersizliğine yönelik tartışmalardan ve düşünsel uğraklardan geçerek Parmenides ve Herakleitos’a kadar gelmiş ve bu iki düşünürle birlikte doğadan giderek daha da çok insanın iç evrenine yönelerek, düşünce üzerine düşünceyi ilksel ve özsel kılacak “hakikat anlayışı” özellikle varlık ve yokluk, düşünce ve gerçeklik, logos kavramları çerçevesinde edimselleşmeye başlamıştır. Kavram, düşüncenin ilkin kendisi üzerine bir soruşturmaya girişmesiyle en tam zamanında doğmuş ve Minerva’nın Baykuşu olarak felsefe, düşüncenin üzerine grisini bırakmaya başlamıştır… (9)
Kavramın, soyutlamanın ve düşüncenin kendisi üzerine katlanmasının, metaforun olanağını ortaya saçtığı yerde ve zamanda, ışık doğal bir fenomen olarak alımlanmaktan çok varlığın mükemmel ve hakikatle olduğu, saf form ve iyilik olduğu bir düşünce-içerisi olmuştur. Bu düşünce-içerisiyle, doğal ve duyusal olanın aşıldığı, doğa felsefesinden insanın içine doğru dönüşün ve derin düşüncenin hakim olduğu bir alanda var olmayı kastediyoruz: Öyle ki bu varolmada yalnızca bütün varolanlara çatı olunur; bütün türlülüğü kendisine doğru çatılaştıran varlık ışır ve düşüncenin başlangıcı haline gelir.
Düşüncenin-içerisi bu başlangıçla yüzyıllar boyu kendisinin en içlerine ve belli bir noktadan sonra da kendisinin en dışına doğru salınmıştır. Bu –a doğrulukta düşüncenin genleşmesinin ya da daralmasının, krizlerinin ve açılmalarının, düz, eğri, küresel, geriye doğru gerçekleşen bütün “olmaları”, unutuş, hatırlama ve iz bırakma biçiminde bulunur. Katlanarak zenginleşen kavramsal yapılar, sadece soyutlamanın ya da insan düşünümün gücü ile değil; bütün bunların kendilerini hakikat uzamında olduğu kadar gerçeklik uzamında da sergilemeleri ile mümkün olmuştur. Sergileme ile bulunuşta olanların birçoğu, ışık düşüncesi ya da bağlam için en uygun ifadesiyle ışık ideası ile ayrılmaz bağlar kurmuşlar ve ışık böylece düşüncenin katmanlarına yazgılanan bir tel, bir olay olmuştur. [Hegel’de bu tel hakikat ile gerçekliği köprüleyen ışık telidir, hakikate susayanın gerçeklik içerisindeki konumuna gönderme yapar. Işık teli, Tinin yolunu aydınlatan ve hakikati daha tam hakikat ve ideal yapma yolunda olan yakıtı sağlar; varlığı ilkin oluşun hakikatine ve sonra da saltık idea’nın zenginliğine doğru yansıtır. Heidegger’in dilinde ise olay, ereignis’dir, hakikatin olayıdır, hakikatin kendisini açtığı yazgının gerçekleşmesidir. Olayın olduğu her yerde varlık insana kanat gerer, insan onunla kendisini kendisine ait kılar ve varlığa bahşedilir. Ereignis insanı gözler, insanı öz-ler, insanın etrafında özünür, insan ile hakikati, varlık ile varolanı aynı direğe bağlar. Olay hakikat' in yeniden dediği ve değdiği andır.] Işık hakikatin yakarışlarının babalarından birisidir, o ilkin güneş olan ideadır, ışık saçan teldir, olaydır: varlığa gelir, ışınları hep yeniden gelir, hep yeniden olur!..
Bulunuşta olanların –ışık üzerinden- hakikatle, iyilikle damgalanmış olarak çağrılmasını ve düşünselleşmesini öncelikle Parmenides ve Herakleitos’a borçluyuz. Bizi borçlu kılan etmenleri olgunlaştıran iki düşünürden sonra, ışığı hakikatle özdeş bir kavramsallaşmaya, tanrısal bir olayın kaynağına dönüştüren ve düşüncenin yönünü belirleyen Platon olmuştur. Mağara alegorisi ışığın belki de bütün düşünce tarihi boyunca elde edebildiği en görkemli düşünsel katmanlanmayı sunar bize.
Konumuzun ana eksenini oluşturan Platon’a geçmeden önce düşüncenin yazgısına yön veren iki özgün düşünürden, Parmenides ve Herakleitos’tan başlamak istiyoruz:
Parmenides bize kalan fragmanlarında ve onun üzerine bize aktarılanlarda düşüncenin kalıcı, duyuların ise aldatıcı olduğunu ve hakikatin ancak akılla kavranabileceğine inanmış bir düşünürdür. Düşünce olarak düşüncenin kendisi varlık olarak ve sonsuz değişmez (hakikatin güneşi) olarak koyulur Parmenides’te. “Vardır ve olmaması olamaz”, “yoktur ve zorunlu olarak olmamalıdır”ifadeleri Parmenides’in felsefi dünyasında sürekli kulaklarımızda çınlarken bizi hakikatin yoluna da davet eder: İşte bu yolculuğu, Parmenides’in güneş ve hakikat bağlantısını Proömium adlı fragman şiirinde açıklıkla takip edebiliyoruz:
“Beni yüreğimin özlem duyduğu denli uzağa götüren kısraklar yolu hızla
geçtiler.
Bana yol gösterdiler ve beni tanrının [Güneş] bilgi insanını
tüm kentler üzerinde taşıyan ünlü yoluna götürdüler…”
Parmenides gökyüzünde bir atlı arabada ona eşlik eden Güneşin kızları ile birlikte Geceden Gündüze (karanlıktan ışığa) götürülür.[ Sanılardan, henüz bilgi olmayanın bulanıklığından ve deviniminden, varlığının ve gerçek bilgi olanın dinginliğine.] Adalet tanrıçasının beklediği ve herkese açılmayan [bilge olmaya yazgılananların girebildiği yalnızca] bir kapıdan geçerler. Karşılaştıkları -adlandırılamayan- tanrıça onların orada var olma hakkını onaylar ve Parmenides’e "tüm şeyleri," hem hakikati hem de ölümlülerin yanlışlıkla inandıkları sanıları öğretme sözünü verir:
Tanrıça beni dostça karşıladı, sağ elimi ellerine aldı, ve bana dönerek
şunları söyledi:
‘‘Ölümsüz sürücülerin eşliğinde seni taşıyan kısraklarla evime dek gelen genç adam,
Selam sana.
Hiçbir kötü yazgı bu yolu geçmene izin vermiş olamaz — Hak ve Adaletten
başka.
Gerçekten de insanların yolundan uzakta yatar bu yol.
Her şeyi öğrenmelisin, hem inandırıcı hakikatin yalpalamayan yüreğini,
Hem de ölümlülerin hiçbir güven içermeyen sanılarını.’’ (10)
Parmenides’te yükselmenin hakikate doğru yolculukta önemli bir tema olduğunu kavrıyoruz, yükselinen bilgi kentinin adı ise tanrının bilgeleri tüm kentler üzerinde taşıyan hakikatin yoludur. O kente girilir girilmez, varolan ile aslında varolmayanın bilgisi elde edilir ve hakikate doğru yolculuk da içinde taşıdığı bütün olmayanlardan (sanılardan) arındırılarak, güneşin saf iyilik ve adalet ölçülerine göre düzenlenerek hakikat ile birlikte yolculuk olur: Bilgelerin yazgısı: varolanı varolan, varolmayanı varolmayan olarak bilmek…
Varlığın varolması ve yokluğun yokolması konusunda Parmenides ile zıt konumlarda yer alan Herakleitos da benzer şekilde ışık, hakikat ve iyilik anlatısının kurulmasında önemli bir rol üstlenmiştir. Herakleitos’u, bize kalan fragmanları ölçüsünde, anlayabildiğimiz kadarıyla ışığın düşünce-içerisine girişi (kuşkusuz bu düşünce-içerisi dışsallık olarak koyulmuş gerçekliğin bütün deneyimi ile donanma ve ona aşma yeteneğindedir) hakikati elinde tutan ve gerçekliği düzenleyen, yasayı ve tanrısal sözü, uyumu, zıtların mükemmel birliğini temsil eden logos kavramından türemiştir. Kavramın çoklu anlamlar barındıran ve hala üzerinde uzlaşılmayan sorunları barındıran bir kavram olduğunu saklı tutarak, (özellikle söz olarak mı yoksa akıl olarak mı çevrilmesinin uygunluğu üzerine: biz ise burada akıl tercihine daha yakın görüyoruz kendimizi) logos’u türlülükleri bir arada tutan ve birliğe ilişkilendiren; bir şeyin her şey içerisinde durmasını/varolmasını sağlayan, bir şeyin de her şeyin altına getirilmesine imkan veren olarak değerlendirebiliriz: çokluğu çokluk yapan birlik!
Hegel, felsefe tarihi üzerine derslerinde Herakleitos’un düşüncenin tarihindeki yerini belirlerken, onun düşüncenin evrenselliğine yükseldiğini ve hayranlık içerisinde düşünürün hakikat anlayışına daha fazla eklemlenecek bir şey olmadığını ifade eder: “Hakikatten [onun bahsettiğinden] daha doğru bir şekilde bahsedemezdik… Yalnızca evrenselin bilinci olarak bilinç hakikatin bilincidir…” (11) Hegel ateşin düşünüründe duyusal olanın geçiciliğinden ve tikelliğinden kısacası öznellikten arınmış bir düşünürü görmektedir. Hegel’in diliyle Herakleitos düşüncenin öz-devinimini kavrayarak düşüncenin ‘kendinde’liğinden ‘kendi için’liğine geçmiş; aklın ve düşüncenin yasası olan öze, hakikatin evrenselliği ve nesnelliğine anlatım vermiştir. Düşüncenin kendine doğru yansımasına geçiş, bizi ışıkla ilgili Hegel’de ele alacağımız bir bağlantıya göndermektedir…
Herakleitos’un düşüncelerinin ışık ile hem doğal düzlemde (ateş ile birlikte düşünüldüğünde arkhe bağlamını da kapsayacak şekilde) hem de derin düşünüm düzeyinde –düşünce olarak koyulmuş ışık diyebiliriz biz buna- başka bir deyişle dışarının dolaysız varlığından ve bu varlığın kendiliğinden çıkarak geldiği fenomen olarak ışık ile ışığın hakikatle, iyilikle, yasa ve zıtların uyumu ile, hepsinin birleşkesinde ise bir-ile-olma bağlamında koyulmuş ışık arasında devindiğini görürüz. Ateşin düşünürü, algı ile düşünceyi, bu dünyaya değer verme ve hakikate sarılı olmayı lirin tellerinde eritmiş, bu tarihler aşan güzel düşünce müziğinin kaynağını bulduğu erimeyi bize bağışlamıştır.
Fragmanlarını incelemeye giriştiğimizde, Herakleitos “güneş her gün yenidir” (12) dediğinde kendi felsefesinin özünü oluşturan değişime vurgu yaparken aynı zamanda güneşin doğum ve batımını bir tekrarın değil ama bir yeniliğin, eskiyen bir aynılığın konusu yapmakta olarak görürüz onu: Karanlığın değil ama ışığın sunduğu bir yenileşme, ışıkla bir arınma, algılayanı değil ama algılananı kısacası insan karşısında dış dünyayı öne çıkarma.
“Hiç batmayacak olandan kim kaçıp saklanabilir?” (13), “Bütünün kendisi olan bu kosmos’u ne bir Tanrı ne de bir insan meydana getirmiştir. O, daima belli ölçülere göre yanan, belli ölçülere göre sönen ezeli ve ebedi ateştir.” (14) ya da “Akla uygun konuşmak isteyenler, yasasına bağlı bir kentten daha güçlü bir şekilde her şeyde ortak olana sarılmalıdır. Çünkü bütün insan yasaları tanrısal olandan beslenir. Bu tanrısal yasa her şeyi dilediğince yönetir ve her şeye fazlasıyla yeter.” (15) fragmanlarıyla bize seslendiğinde logos ile aramızı, gözden düşmüş olan özü, yeniden düzeltmek istemektedir: Logos ile, o hiç batmayan güneş metaforu ile; o kendi iç yasasının ışığını bütün evrene yayan ve ortamın, uzamın kendisini var kılan başlangıçsız töz ile; o hakikate uygun konuşmayı, yaşamayı öğütleyen yasa ile bizi unutmuş olduğumuzu hatırlamaya çağırmaktadır ateşin düşünürü. [Bu çağırışı ateşli ve ateşle yapışı, kuşkusuz Herakleitos’un bilgeliğinden ve ateşe özel bir önem verişinden gelmektedir.] Unutmuş olduğumuz içerisinde ve ötesinde yaşadığımız evrenin sesini duymaktır, çünkü o bizden dönen, bize çarparak dönen logos’un sesidir. İnsandır yalnızca bu sese anlam ve değer verebilecek olan ve düşünürümüz de yalnızca bilgeliği yakıştırır ona…
“Bilgelik tektir; her şeyi her şeyle yöneten düşünceyi bilmektir.” (16) , “Gözler kulaklardan daha iyi tanıktır.” (17) özdeyişlerinde de benzer düşünsel katmanları görebiliyoruz. Bilgelik düşünceyi bilmekte ustalaşmak olarak tanımlanırken, burada bilmenin nesnelerin asıl doğasını ve onları yöneten evrensel düşünceyi, evrensel aklı görmek olduğu; “gözler kulaklardan daha iyi tanıktır” deyişiyle desteklenmektedir. Burada, bir öte yoruma girişecek olursak varacağımız yer, bilmenin hem dışarıyı, hem içeriyi görmek olduğudur. Görüş ile doğrudan doğruya ışığı nereye tutacağımızı ve ışığın bizden kaynaklanmadığı durumlarda nereye düşeceğini bilmede ustalaşırız ve ona göre görü-şü-müze yön veririz: Görmenin doğallığı burada Herakleitos için, sanının pek yaygın olduğu bir çağda yaşadığını düşünürsek, ışığın doğallığından, doğrudanlığından gelmekte ve duymayan kulakların dolaylı bilgisine tercih edilmektedir.
- Duymanın ışığa ihtiyaç duymadığı gerçeği yasanın ışığıyla gören Herakleitos’un gözlerini karanlıklaştırmış olsa gerek, kulaklarına bakarken!..
Herakleitos’un “Ruhun logosu kendini çoğaltır.” (18) fragmanı yine logos’un ışığı altında okunduğunda ışığı kendisinden sonsuza doğru taşıyan bir kuyrukluyazı gibi parıldamaktadır: Sözlerinden pek azı günümüze gelen düşünürün ruhunun logosu, zamanın içerisinden geçen yazının ışığıyla taşınırken, bize logos ile uyumlu yaşadıkça aydınlanacağımızı, onun ile birlikte çıktığımız yolculuğun her anında onu hissedip yaşayacağımızı öğreterek yayılmıştır. Doğasında hakikat, iyilik ve uyum olan bu yasayı hatırladıkça tanrısal olacağımızı Herakleitos öğretmiştir bize ilkin. Işığın nereden olursa olsun taştıkça varolanları ortaya çıkarıp onları çoğaltması gibi, ateşin düşünürü de ışığın kendisini iletmiş ve evrenin yasasının sesine yazı olmuştur…
ξ
Açığa çıkmanın ve kaybolmanın, phainesthai ve
aletheia’nın bütün sözlüğü, gece ve gündüzün,
görünen ve görünmeyenin, olan ve olmayanın
bütün etkin karşıtlığı – hepsi yalnızca
güneşin altında mümkündür. (19)
Jacques Derrida
Işığın düşünce içerisi olması, katmanlanması ile ilgili konumuzun asıl odağına gelmiş bulunuyoruz. Yazıdaki odak noktası esas olarak Platon’un mağara alegorisi üzerinden başlayacağımız ve yine onun bir yorumu ile bitireceğimiz patika üzerindedir. Tabii ki yazımızın amacına uygun olarak burada yalnızca Platon’u (kendi içerisinde) ışık ile bağı içerisinde anlama ve hakikatin, iyinin doğasıyla ilgili uslamlamasında izleme durumlarıyla yetinmeyeceğiz. Nietzsche, Hegel, Heidegger’in yazdıklarını da hem Platon ile hem de ışık ile ilişkileri çerçevesinde kısaca irdelemeyi düşünüyoruz. Platon’un yeniden bu isimler üzerinden geri döneceğimiz düşünür olmasının nedenini de yazımızın ilerleyen kısımlarının açıklayacağını sanmaktayız.
Hakikatin yoluna takip edilecek yönün levhasını, doğruluğu özellikle son zamanlarda fazlaca tartışma konusu edilen, en tam açıklık içerisinde ilk olarak Platon asmıştır. Bu yol zaten bir yerden, bir yönden getiren yol olduğu (ve bu getirmelerin böyle duyusal olanda sürdüğü takdirde hiçbir zaman hiç kimsenin hakikate varamayacağı açık olduğundan) ve üzerinde monte edilme işlemi gerçekleştirilen Platon’da çoktandır hakikatin öz yolu olduğu için Platon’un yönü sağı, solu, aşağıyı, yukarıyı ya da bildik yönlerinin hiçbirisini göstermez. Platon ilk elde levhanın duyusallığından ve böylece sanıların çokluğundan arındırır bizi; ardından yolu, mekanı ve zamanı çağıran bütün bağlantılarından azade kılar ve ölümsüzlüğü, görünenin ardındakini hakikate eklemler. Zamandan ve mekandan azat edilmiş yol yönsüzlük, duyusallığından arınmış levha da sonsuzluk kazanır. Sondan-ayrılma, sondan o varken yoksun olma, sonsuzluktur ve böylece yönden ayrılmadır da: Sonsuzluğun yönsüzlüğüyle sarılı bir şekilde şimdi levha bize kendi içinde görkemli bir şekilde döneni, düşüncenin evrensel dönüşünü, en yüksekteki düşünce olarak, varolanların varlığı olarak idea’yı göstermektedir. İdea bütün bu yönsüzlüğü içerisinde düşünceyle kaplanmış gerçekliğin, görünenin aşkın çatısı, bütün yönlerin, bütün türlüğünün kendisinden hayat bulduğu güneştir, batmayan güneş: şeyleri görünür kılmakla kalmayan, görünürlüğün kendisini de görünür kılan!
Düşünceyle kaplanmış gerçeklik dışarının düşünceleşmesi, düşünce-içerisi olmasıdır, dışarının düşünce ile aydınlatılmasıdır. Dışarıyı ve düşüncenin kendisini düşünceyle kaplayan güneş Platon’un alegorisindeki güneştir, bu batmayan güneş ilkin hakikati açığa çıkartan ortamı ışıklandırır, iyi ve güzel olana kaynaklık eder. Kaynak ve kaynaktan çıkan yalnızca kendisi en tam varlığında edimselleştiğinde, görülür dünyaya saçılıp ortaya döküldüğünde ve onu kapladığında varlığı gözeten olur; idea böylece dışarıyı düşüncenin içine alır. Hakikat ile gerçeklik arasındaki geçiş bu edimselleşme ile, güneşin/varlığın -varolanları- gözetmesiyle, onları kendilerinde tutması ve neyseler onlar olmaya devam etmelerini sağlamasıyla mümkün olur: Bütün şeylere kendi-gibilikleri (biz kendi-gibiliği bir şeyi kendisi yapan bütün etmenlerin birleşimi olarak kullanıyoruz) bağışlanır, sandalyeyi sandalye yapan, kadehi kadeh yapan, insanı insan yapan bütün kendi gibilikler. Güneş, ışık verdiklerini (kendi-gibileşenleri) içine katarak, onları süreçleştirerek sonuca doğru, düşüncenin en tam yansıması olarak düşünce içerisine doğru sıçratır ve bunun böyle olduğu yerde düşüncesiyle idea’ya yükselmesi mümkün tek varlık insan bireysel düşüncesinin feneriyle, bir oraya bir buraya ışık tutmanın geçiciliğinden – Hegel’in anlatımıyla “dirilmek için tanrısaldan (hakikatten) bir damla duygunun özlemini çekiyor durumdayken” (20) - her yere ışık tutmanın anlamına, güneşin orayı ve burayı eriten sonsuz ışık sağanağına yakalanır.[ İdea’ya (bizim kendi-gibilik veren olarak betimlediğimize) yazının devamında Heidegger ile birlikte bir kez daha değineceğiz.]
Platon’un düşüncesinin mitleştiği mağara anlatısında güneş, hem görülebilir dünyanın kısacası gerçekliğin, hem de hakikatin kaynağıdır. Devlet’in 7. kitabında (21) dile getirilen alegoride Platon kendi bilgi kuramı çerçevesinde kalarak, bu bilgi kuramının sonuçlarına göre eğitim ve eğitimsizlik konuları üzerine eğilmekte, kurulacak düzenin içerisinde nasıl bir eğitim anlayışının yerleştirilmesi gerektiğini tartmaktadır. Platon iyi ideasının, kavrayışın, ruhun ve görülebilir dünyanın özü olan güneşin ışığına bakabilme, onu görebilme gücünün bütün insanlarda bulunduğuna ve bu yüzden eğitimin sanıldığı gibi insanlara görme gücü vermekle ilgilenmesi gerekmediğini, eğitimin görevinin mağaranın içerisinde zincirlenmiş ve bakışları sabitlenmiş insanların ruhlarının yönlerini iyiye çevirmelerini sağlamak olduğunu belirtmiştir: ”Eğitim ruha görme gücü verme sanatı değildir, ruhun (zaten varolan) gücünü iyi’den yana çevirme ve bunun için en basit ve sağlıklı yolu bulma sanatıdır.” (22) Onlara mağaranın dışındaki dünyayı göstermeli ve gözleri güneşin altındaki nesnelere ve en sonunda da güneşin kendisine alışana dek onları eğitmelidir.
- Platon için görmek, görünür kılanın kendisini görmek, görülür kılan görünmeyen üzerine düşünmektir, görme gücünün Platon’da ruha ait olması burada bize görmenin ışık ve hakikatle ilişkisini iki temel düzlemde sunmaktadır. İlk düzlem algı olarak görme üzerine iken ve bedene aitken, ikinci düzlem düşünce olarak görmedir ve ruha aittir. [Bu iki düzlemin ayırdedilmesi, Hegel’in sonraları geliştireceği bir çözümlemenin ön-hazırlığı tamamlanmış bulunmaktadır: algının kendisi bir kavramdır (bedeni temsil eden düzlem) ve böyle olarak insan düşüncesiyle dolu olan dolaysız yargıdır. Görmek düşüncenin bu dolaysızlığını ve duyusallığını yine görmenin içerisindeki dolaysız düşünceyi çekip çıkararak aşmak ve düşüncenin evrensel hareketine katılmak (ruhu temsil eder); kavramın özdevinimini izlemektir. Kavramın özdevinimini izlemek, hakikati görmektir. Bu özdevinimin vardığı yer, bize göre, iki düzlemin kesiştiği Saltık İdea’dır: En eksiksiz düşünce ve böylece bütün evren… ]
Platon kurulacak düzen içerisinde hakiki dünyayı deneyimlemiş insanların devlet işlerine karışmak istemeyeceklerini haklı olarak görmektedir çünkü görülür dünyanın çok uzağındadır hakikatin getireceği mutluluk çünkü gündelik hayat daha alt mutluluk düzlemi, daha az hakiki bir yer olarak betimlenmektedir: İdea’nın karşıtı gündelik hayatın içeriğidir. Platon’un burada karşılaştığı açmaz bütün insanların hakiki dünyaya erişebilecek şekilde eğitilmesiyle, dünya işleriyle, toplumsal birliği düzenlemekle, devleti yönetmekle ve başka bir çok gündelik yaşamın gerekleriyle uğraşmakla kimlerin ilgileneceği sorunudur. Bizi şu soruyu sormaya zorlamaktadır bu sorun: Dış dünyayı ışıklandıran güneş olsa da, düşünce dış dünyası kendisine çekerek, onu içselleştirerek hakikate eklemlemekte, dışarısı orada öylece kendinde kalmaktadır, düşünce ile kaplanmış gerçeklik düşüncenin daha yüksek bir aşaması olurken, kendisi yansımamış olan gerçeklik hakikat karşısında sahipsizleşmektedir. Öyleyse gerçekliği kim sahiplenecektir?
Platon’un yanıtı gecikmez, gerçekliği de hakikati en iyi sahiplenenler sahiplenecektir: Aydınlanmış filozoflardan gerektiğinde karanlık mağaralara girmeyi göze alarak, oralardaki insanları küçümsememeyi öğrenerek toplumun bütünlüğü için çalışmalarını ve yönetmeyi en az isteyenler olarak onların devleti yönetmelerini ister. Buradan da görüldüğü üzere, düşünülür dünya ile görülür dünya arasındaki gerilim tam olarak çözülemez: Bu, her gün doğup batan ve ardından karanlığı getiren gerçek güneş ile; güneşe bakarak onu içine alan, onu zenginleştiren ve yükselten düşünce, batmayan güneş, iyinin ve hakikatin kaynağı arasındaki savaştır. Gerçek güneşin getirdiği karanlık, batmayan güneşin ışığı karşısında bulur kendini ve görünen ile onu görünür kılan arasındaki bu mücadele düşünce-içerisinin en zengin anlatımlarını oluşturur. Bu karşıtlık her ne kadar çözülemeden kalsa da, doğal algılama düzeyindeki güneş insan aklının kategorileriyle dolan algıdan oluşmaktadır, kısacası algı kendinde dolaysız bir düşünceyi temsil etmektedir. Bu bağlamın en yüksek gelişimini Hegel’in kendisinde gördüğümüzü söylemiştik: Düşüncenin duyusaldan başlayarak Saltık İdea’ya (ki hakikat ve gerçekliğin birliğidir) kadar yükselişiyle. Bu yükseliş hiç kuşkusuz düşüncenin içerisinin genişlikte ve derinlikte elde ettiği dışarıyı, kendiliğinde de ele geçirip tam bir çözümleme içerisinde sunmak isteyen en ciddi girişim olmuştur.
Işık, hakikat ve iyi ile ilgili süreç, bütün bu mücadele Hegel’i de içine alan uzun dönem içerisinde hep düşüncenin içerisinde yaşanmıştır, savlar ve karşısavlar düşünülürün, ideanın altında yaşam bulmuş ve daha üst yapılar ortaya çıkmıştır. Bu uzun dönem içerisinde burada ışık ile ilişkisi içerisinde bahsetmemiz gereken ve modern felsefenin kurucusu sayılan Descartes da yer almaktadır. Burada Descartes’ın ışık ile ilişkisinin, doğal ışık/lumen naturale düzleminde olduğunu, doğal ışığın anlamaya ve şüphe edilemez olan arı düşünmeye, sağduyuya karşılık düştüğünü ve en son çözümlemede kaynağını Tanrıdan alan ve insanın da paylaştığı aklın ışığı olduğunu not etmekle yetiniyoruz.
Hegel sonrasında felsefenin hakikat merkezli eksenine yöneltilen eleştirilerin temelinde düşünülür olana, düşünceye ve mantıksallığın her şeye sıçrayan önceliğine odaklanan sistemlerin payı oldukça fazladır ve kuşkusuz güneşin babası olan Platon bu eleştirilerden, varolanın ideaya katıldığı oranda, kendisine düşeni fazlasıyla almaktadır.
Eleştirilere dönmeden önce Hegel’in ışıkla ilişkisi üzerine daha ayrıntılı bir üzerinde-durmayı zorunlu buluyoruz. Hegel’in özellikle son dönem felsefesi içerisinde eleştirilerin toplandığı hakikat –ışık- merkezli felsefi gelenekteki son, en yüksek odak olması ve kendisinden sonraki düşünürlerin felsefi görüşlerinin özellikle Hegel ile yoğun bir karşıtlık içerisinde durması felsefenin koşullarının kendisiyle yakından ilgilidir.
- Felsefenin koşullarının zorlaştığı ve felsefenin kendisinin sonlandığına tanıklık etmektedir modern felsefe. En azından Alain Badiou’nun tespitiyle: “[Çağdaş felsefi yönelimler] Felsefenin artık locus classicus’unu, yani o büyük metafizik önermenin ta kendisini ayakta tutacak konumda olmadığını ….” (23) savunmaktadırlar. Çağdaş felsefenin yönelimlerinde geri çekilen şey felsefenin, hakikatin aktarılabilirliğidir; felsefi ilgilerin ve çalışmaların merkez düşüncelerinden birisi düşüncenin hakikatsizleşmesidir. (Biz bu yazımızda (yazısızlık olarak dışarıda da) Alain Badiou’nun son dönem felsefesi karşısında aldığı tavrı benimsiyor, hakikatsiz bir felsefenin olanağını yadsıyor, hakikat kategorisinin yeniden dolaşıma sokulması gerekliliğine inanıyoruz.) Bu ağırlıklı olarak dil, yorumbilgisi merkezli felsefelerin bir tür hakikatsizleşme ve özel dil bağlamları inşa ederek her bir kelimenin ya da her bir bireyin/nesnenin önemini ortalığa saçma ve özgürleşme girişimi bireyin, tekilliğin önemini ve derinliğini hatırlatırken; sözkonusu açılardan olumlu görünen girişim, evrenseli, nesneli ve hakikati yıkıma sürükler bir biçimde bozmuş, felsefeyi dünyanın bütünlüğü ve koşulları konusunda geri çekmiş, onu bireyin ve özel bağlamların içerisine hapsetmiştir: Bunu şeylerin değil kelimelerin merkez olduğu, dünyadan çekildiğimiz bir güneşsizleşme projesi, bir Platon’suzlaşma girişimi olarak okumakta sakınca görmüyoruz.
- O halde, yeniden batmayacak güneşi inşa etmek, felsefenin dünyanın giderek artan/hızlanan geçiciliğinin karşısına hakikatin yavaşlığını koymak zorunlu hale gelmiştir. Badiou’nun dediği gibi mesele, “felsefeyi hakikat etrafında yeniden örgütleme ve ona kendisine yaraşan zaman ve mekanı verme meselesidir”. (24) Ve bu zaman mekan verme, kuşkusuz bireyin ve kelimelerin derinliği ile özgürlüğünü de içine alarak, tarihin ve düşüncenin deneyimlerini kapsayıp aşarak, kendisini kendine yeniden yansıtan bir güneş olmak, düşüncenin ayrıksı başka güneşlerini aynılığın evrensel çatısına yerleştirmektir. Bütünlüğün güneş ve ışık olduğu yerde, doğal olarak parçalılık yıldızlar, gece ve karanlık olmaktadır. Bu çatışmanın içinden çıkan batmayan güneş ise gölgedir, yüksekteki güneşin doğasında varolan gölge –ilerde Hegel ile birlikte değineceğimiz gölge-, yıldızlı güneşli gökyüzüdür yani hala yüksekte olan güneştir. [Doğal olarak alçaktaki güneş gölgeyi çağırmış olduk yazımıza: Nietzsche’nin yazıya yazgılandığı özel bir an…]
Konuşma çizgisiyle başlayan titrek soluklanmamızdan sonra yeniden Hegel’e dönebiliriz. Filozof- kartal, ışığı sisteminde bilginin oluş sürecini çözümlediği Tinin Görüngübilimi’nde ve Doğa Felsefesi’nde çeşitli şekillerde kullanmaktadır. İlk eserde ışık bağlantıları ve betimlemeleri genelde Hegel’in saltık (mutlak) Varlığın bilinçlerinden -ama yetersiz bilinçlerinden- birisi olarak gördüğü Din bilincinde kendisini göstermiştir. Hegel’in çözümlemesinde:
“… Hiç kuşkusuz Din de genelde saltık Varlığın bilinci olarak kendini göstermiştir,
- ama saltık Varlığın bilincinde olan bilincin bakış açısından; ama kendinde ve kendi için saltık Varlık, Tinin özbilinci, bu biçimler içinde ortaya çıkmış değildir.” (25)
Hegel’in sisteminin bir çözümlemesine girmek bu yazının sınırlarının fazlasıyla ötesindedir fakat Hegel’in ışıktan (bu eğretilemenin Hegel sistemindeki izdüşümü kendinden, kendi içinliğe geçiştir) gölgeye doğru geçişini izlemek açısından Hegel’in nasıl ilerlediğini kabaca anlayabilmemiz bir ön-şart olarak görünüyor:
“… Duyulurüstü, bengi ya da ne denirse densin, “kendi”den yoksundur; ilk olarak salt bir evrenseldir ki, kendini Tin olarak bilen Tin olmasına henüz uzun bir yol vardır.” (26)
Kuşkusuz henüz kendini bilen Tin olmayan ama yine de saltık Varlığın bilinci olarak Dine [duyulurüstü] gönderiyor Hegel bizi. Hegel için özbilinç ve kendini bilen Tin, kendi acısını ve evrensel birliğini çekerek, yaşamın, belirli-varlık türlülüğün üzerinden geçer; zaman akar mekan değişir, Tin belirlenimlerini sonsuzca tüketerek kendisine döner ve kendini bilen özbilinçli Tin olur. Din salt evrensel ve Saltığın dolaysız sezgisi olarak yerini Kavrama bırakmalıdır, Hegel için bilimin en üst ve eksiksiz aşaması oluşturan Saltık Bilgiye.
Hegel, zamanı ve insan deneyimini, en genel anlamda bütün belirli-varlık çatısını Tinin tüketmesi gereken zorunlu yazgı olarak çizer. Bu yazgı içerisinde evrensel olan tikel olanın bütün biçimlerini kat edip, kendinden kendi içinliğin özgür ve zorunlu devinimine geçtiğinde, sonra da yeniden kendi üzerine döndüğünde özbilinçli Tin ortaya çıkar. Hegel zamanın ve Tinin (genel olarak insanın kendisi ve ona ait olan her şey olarak tanımlayabiliriz Tin’i) ilişkisini, tarih felsefesinin keskinliği ve diyalektiğin en üstün biçimi ile birleştirerek çözümlemiş; ustasının sahip olmadığı felsefi ve tarihsel zenginliği de arkasına alıp sisteminde eriterek Platon’un karşılaştığı güçlükleri geride bırakmıştır.
Bu temel güçlüklerden en önemlisi hakikat ve gerçeklik yani batmayan güneş ile batan güneş ilişkisidir. Hegel hakikatin batmayan güneşinden, bu soyut ve yetersiz evrensellikten –Platon’da idea’nın soyut evrenselliği olarak görünür- güneşin kendisini belirlik varlık ve yaşam üzerinde tükettiği, kendinden kendi içinliğe geçtiği arı ışık halinden, gölge haline geçiş yapmıştır: Hegel’in zaman ve mekanın tüm biçimlerini ve onun altında yaşayan bütün varolanları belirli varlık alanı olarak belirlediğini düşünürsek, Platon’dan en temel farkının, Hegel’de idea’nın kendisini adamayı göze alarak evrenselden tikele yani belirli varlığın türlülüğüne geçmesinin Tinin özbilinci için zorunlu olduğudur. Tin zamansallıkta kendi yolculuğuna çıkmalı, mekanlaşmalıdır ve belirli olarak orada, burada olmalı, bu’nun ve şu’nun türlülüğünü göstermelidir.
Tinin belirli-varlığa kendini verme, onda kendini tüketme ve bunun acısını
–Hegel’de Mutsuz Bilinç’e karşılık düşer- yaşayarak en tam hakikat için gerçekliğin dolaylılığını kazanma tasarısı zamanın ve mekanın, kısacası bu-dünyanın Hegel’de kazandığı önemi gösterir. Bu-dünyadan başkası Hegel için yoktur, tasarımdır, yaşam sonlanınca bireysel olarak insan ölür. Bu-dünyanın karşısında Hegel’in öte-yan olarak koyduğu, öte-dünya olarak koyduğu şey insan düşüncesinin kendisidir (ve esasında bu-dünya dediğimiz de düşüncemizce koyulmuş olandır) ve en gerçek krallık, düşüncenin bu-dünya ile öte-dünyayı birleştirip aşarak kendini bilen düşünce olarak yansımasından doğacaktır.
Aynı yansıma düşüncesiyle ışık sözkonusu olduğunda da karşılaşıyoruz. Hegel ışığı “kendine-yansımanın birliğine sahip olan madde” (27) olarak tanımladığı gibi, ışığı basitçe “doğal olandaki düşüncenin kendisi”(28) olarak da koyuyor. Düşüncenin ve maddenin en varsıl düzlemde Hegel’de özbilinçli saltık İdea’dan başkası olmadığını bildiğimizde bu ifadeleri anlayabiliyoruz. Hegel iki düzlemi de koruyarak birleştirmeye çalışıyor. Bu birleşme Gerd Buchdahl’ın (29) dediği gibi bizi yansıma olmadan ışığın görünmez olamayacağı sonucuna götürüyor, ancak yansımayla ışık görünür (düşünce de bilinir) hale geliyor. Bu bağlamda düşüncenin maddeyi ve böyle olarak kendi içindeki koyulmuş maddeyi (dış dünyadaki maddenin kendisi olanı) karşıtı olarak belirlemesi ve ikisini bilmeye konu etmesi gibi, ışık da ancak maddenin karanlığı ile ilişkiye geçtiğinde görünür duruma geçiyor.
Özetleyecek olursak, Hegel’in düşüncesinde arı ışıkta görmek imkansızdır ve ışık özdeşliğe, kendinin soyutluğuna denk düşmekte, bu soyutluk canlılığını, dolaylılığını karanlıktan kazanmaktadır. Işık soyut olarak dolaysız varlığında etkin bir özdeşliktir, etkinliği dolaysız olmasına rağmen, başkasına geçmeyi bekleyen şeylere/nesneleri gereci sağlama kapasitesinden gelmektedir:
“Işık her şeyi özdeş olarak koyan etkin özdeşliktir. Bu özdeşlik henüz tamamen soyut olmasına rağmen, şeyler henüz gerçekte özdeş değil ama özdeşliklerini başkasındaki başkasıyla koyan bir başkası içindirler.” (30)
Bu ifadelerden zor da olsa anlaşıldığı üzere ışık varolanların etkin özdeşlik sağlayan çatısı olmasına rağmen, henüz soyuttur ve yalnızca kendindedir: kendini bilmekten yoksun soyut evrenselliğe denk düşmektedir. Böylece bir özdevinimin zorunluluğu ışığın kendisine görünür olur ve ışık kendisi olmayan özün gecesi (karanlık) ile ilişkiye girer, ona kendisini adar; ışık yalnızca uzamın ve varlığın soyut birliği olarak kalmaz, aynı zamanda belirli varlıkta kendisini duyurarak zamansal ve dışarıya doğru olur.
“… Böylece ilk olarak Düşünce ve Varlığın, soyut öz ve “kendi”nin dolaysız birliğini kendisi soyut olarak anlattığı zaman, İlksel Işığı daha arı olarak, e.d. Uzam ve Varlığın birliği olarak anlattığı zaman… Tin hemen bu soyut birlikten, bu “kendi”siz tözsellikten korkarak geri çekilir ve ona karşı bireyselliği öne sürer. Ama Tin ancak bu bireyselliği ekin (kültür) alanında dışşallaştırdıktan, bu yolla onu bir belirli-varlık yaptıktan sonra … ancak bu yolla Tinin en iç derinliğinin düşüncesini dışarıya çevirir…” (31)
Böylece özbilinçli olmaya, kendi ışığının derinliğini ve genişliğini görmeye yükselir ışık. Hegel’in zorlu cümlelerinden biraz kendimizi kurtararak yalın ve derin nefesle olmaya çalışırsak: Tini oluşturan bizler de ancak arı-ışık-olmayan ışık yoğunluğunda görebiliriz (hem duyusal: ki doğal görmedir; hem düşünsel: düşüncenin dolaysızlıktan dolaylığa geçişi, anlamda). Bu görme ortamının her türlüsü, karanlığı az ya da çok içersin, gölge olarak çağrılır. İşte Hegel bu bağlamda kendini giderek bilen Tinin gölgesini sahiplenmekte, Tinin gölge dağıtan bütüncül güneşi tarafında konumlanmaktadır.
- Görmek, gölgede bütünü bilmektir Hegel’de. Bu gölge, Tinin özbilincinden, onun hakikatin yüksekliğindeki özdeviniminden başka bir şey değildir ve kendini hem kendisi hem başkası olarak koyan Saltığın bilincidir.
ξ
Yüz güzelliği, konuşmanın netliği, karakterin
iyiliği ve sağlamlığı var olsun diye,
ışık kadar gereklidir gölge de. (32)
Friedrich Nietzsche
Hegel’den kısacası bütünlük, sistem, saltık ve yükseklikten; dağılma, değişme, saçılma ve hakikat merkezsizliğin, yorumbilgisinin, tikelde derinleşmenin egemen olduğu modern felsefi eğilimlere ilerleyecek olursak, ışık hakikat ilişkisi bağlamında özdeşliğin ve ayrımın da ötesinde çeşitli yapılanmaların ve girişimlerin sözkonusu olduğu bir dönemin özellikleriyle karşılaşıyoruz. Burada dil felsefeleri, fenomenolojiyi ya da yorumbilgisi üzerine bir açık kılma girişiminde bulunmadan, özelde Platon’un kendisine ve genelde de Hegel’e kadar olan dönemi kapsayacak şekilde Batı’nın sistem yanlısı metafizik tarihine [Heidegger’in deyişiyle varolandan koparılmış varlığın tarihine] yöneltilen eleştirilere ışık bağlamı içerisinde değineceğiz yalnızca…
Nietzsche, hala klasik ve romantik ögelerle iç içe yaşayan bir düşünür olarak, 1900’ler sonrası egemen olan felsefi ekollerden de ayrılır, birçoğunu yoğun oranda etkilemesine rağmen. Çelişkili ifadelerle süslü olağanüstü anlatımlarının satıraralarında kurulan [belki de aşılmaları gerektiğini iddia ettiği sistemli, sürekli, tutarlı çıkarsamaların doğasına uzak olmak istediğinden] “yaşamın sistemi”, kanımızca hala henüz ortaya koyulamamış olan hakikate doğru bir özlemle sarılıdır, bir özlem ki belirli-varlığın yani dışımızdaki dünyayla ve ona dair yaşadıklarımızdan başka bir hakikat olmadığıyla yankılanır. Yalnız ve sisli dağların içerisinde betimlenen Nietzsche bile hala bu -a doğruluk tarafından şekillendirilmektedir. Ayrıca ışıkla ortaya çıkan ve ondan ayrı bir doğada ve aşağıda, bizim hemen dibimizde var olan, bizi izleyen alçaktaki güneş gölge metaforu, onu tüm öncüllerinden ayırır. - yüksekteki güneş gölge ile andığımız, içinde bulunduğu ortamı ve güneşin/hakikat anlayışının kendisini çeşitli biçimlerde geliştirmesine rağmen Hegel de dahil olmak üzere.
Düşünürümüz Gezgin ve Gölgesi adlı eserinde - içgüdüyü ve tüm değerlerin yeniden değerlendirilişi istemini dillendirdiğini ve kendisinin dinbilimsel odaklar olarak algıladığı iyinin ve kötünün ve bunların bütün varolan bildirimlerinin ötesine geçen bir üst hakikat, ahlak anlayışı benimsediğini düşünürsek- gölgenin bir yüceltilmesini sunar bizlere gezgin kılığında:
Gezgin: Bilirsin ki severim gölgeyi, ışığı sevdiğim gibi. Yüz güzelliği, konuşmanın netliği, karakterin iyiliği ve sağlamlığı var olsun diye, ışık kadar gereklidir gölge de. Rakip değillerdir bunlar birbirlerine, el ele tutuşurlar sevgiyle, ve gölge de sürüklenir peşinden, ışık gözden yittiğinde.
Gölge: Ben de nefret ediyorum, senin nefret ettiğinden, geceden; seviyorum insanları, ışık-genci oldukları için, ve seviniyorum gözlerindeki ışıltıya… Bilginin güneş ışığı üzerlerine düşünce tüm nesnelerin saldıkları o gölge, - o gölgeyim ben de. (33)
Kendinden önceki dönemi ve özellikle Platon’u tanrı-insallaştırılmış soyutlamaları düşüncenin ve daha ötesi yaşamın başına sarmakla eleştiren Nietzsche için en gerçek töz yaşamın kendisidir ve yukarda, yüksekte varolduğu söylenen ne varsa hepsi daha en baştan ilkede yadsınmalı ve gözler gerçekliğe yani görünene açılmalıdır. Bu anlamda saf güneş, hakikat dışarıda aranmalıdır, düşüncelerin içi boş olan, gerçeklikten kopuk yanlarında değil.
Görünen kendisinde hem biçim hem özdür, görünenin arkasındaki aradığını söyleyenler yüzyıllardır düşünceyi ve insanları hiç varolmayan yüksek idealler uğruna dolandıran tanrıbilimcilerdir: Sistemin çarklarını çeviren ve sınıf ilişkilerinin düzenleyen, insanları zavallı kılan bir düşünce ikliminin sahte peygamberleri. Yaşamın düşünce karşısında, sahte düşünüm karşısında değersizleştiğini ve asıl özün düşüncelerin soyutluğunda ve hiç erişilemeyen yükseklikleri yolunda eridiğini söyleyen put kırıcı Nietzsche için alçaktaki gölgenin güneşin saf ışığından ve düşüncelerin soyutluğundan uzakta olması tesadüf eseri değildir. Gölgenin eşlik ettiğinin bir gezgin olması da yaşamı-dolaşan- imgesinin somut içeriğini bize yansıtmaktadır.
Gölge ancak gezgin yani yaşamı gezen birisi olduğunda varolabilir. Yaşamın somutluğunu, gerçekliğin en öz hakikat oluşunu gözden yitirmiş olan düşünce için gölge rehberdir, ışık karşısında şüpheyi de temsil eder bir manada: bulanıklık ve deliliğin, kısacası geleceğin şimdi ve geçmişi, akla uygun olanı uyarması olarak da okunabilir gölge.
- Burada derin bir hakikat/gerçeklik düzleminde iş görüyordur esasında Nietzsche, zira zamanı felsefeye tam olarak eklemleyen Hegel bile sisteminin bütünlüğü içerisinde akan yaşamın gerisinde kalır; gelecek, kavramsallaştırılamadan ve düşüncenin içerisinde tam olarak eritilemeden hep önümüze yaşamın farklılığı ve yabancılığı olarak çıkagelir ve sezgi, içgüdü insan için yaşamın güçlerinden olmaya, insana yeni soluklar vermeye devam eder. Düşünce ne zaman yaşamın tüm içeriğini yakalasa, o içerik hemen eskir ve yaşam her daim kendi yeniliğini duyurur, insanı yönetir. Nietzsche’nin dikkat çekmek istediği yönlerin en başında bu yenilik ve yaşamın düşünce karşısında önceliği gelmektedir. Bu bağlamda hakikat gerçekliğin kendisi tarafından sürekli olarak biçimlenir ve zamandan bağımsızlaşamaz.
Hegel’in gölgesinden en temel farkı alçaktaki gölgenin, yaşamın kendisinden düşünceye veriliyor oluşudur. Yaşam, dışarısı, madde önseldir gölgenin oluşumunda ve bu gölge derin düşüncenin katmanlayan yüksekliğinden ya da Tinin özbilincinden değil, insan boyunun kendisinden, kısacası insana yakın olan bir düşüklükten ve doğallıktan elde edilir. Doğaya bir dönüş, doğanın düşünceye yeniden rehberlik edişi ve insanın içgüdüsel, sezgisel yanının oturmuş, düzenlenmiş bütün kavramlar, yapılar karşısındaki isyanıdır sözkonusu edilen. Tüm bunlara karşın Nietzsche ışıktan da vazgeçiyor değildir, ona yüzünü tam olarak dönmese de yaşamı, insanları ve heyecanlarını deneyimlemek için kafasının üzerindeki güneşe ihtiyaç duymaktadır: Platon ve Hegel farklı şekillerde de olsa yukarıya doğru bakarlarken, Nietzsche önüne doğru bakmaktadır. Böylece direk güneşe bakmayarak düşüncenin eskiliği, oturmuşluğu ve kışkırtıcılıkları karşısında direngen kalır, yaşamın yaşanacak her anını dirence dönüştürür, düşüncenin her şeyi içine katmak isteyen ışığına doğru düşüncenin kendisinin yabancı olduğu geleceği, farklılıkları kullanır. Güneşi üstünde tutmak isteyişinde hatırlamanın, geçmişi bilmenin zorunluluğu yatmaktadır. İnsan ancak hatırlayarak, belleyerek insan olmakta ve kendisini yeniliklere açık tutabilmektedir. Her anı unutulan bir yaşamda farklılıkların, geleceğin kendisi aynılaşır ve şimdi’nin zenginliği yerine boşluğu egemen olurdu. Geçmiş de en az gelecek kadar önemlidir Nietzsche’de ve kol kola girmeleri de bundandır işte ışık ile gölgenin…
Ormanın içerisindeki sönük pırıltı(Lichtung),,, yani hala ışıklanmanın fenomenin zorunlu bir özelliği olarak belirdiği, Varlık ile varolanın yazgıları içerisinde birbirlerine döndüğü, özündüğü, yeniden birbirlerini hatırladıkları, insanın kendisine ve doğaya kavuştuğu ortam, Heidegger’in karanlık ormanın ortasında bir yerlerde kendini açan parıldayış,,, gecesel anlamları çağıran bir karanlığı esinler düşüncede. Kuşkusuz şiir’in hakikatini metafiziğin hakikatinin karşısına koyan Heidegger için bu gecesel ortamda parlayan ışığın ve varlığın kendisini açışının aynı zamanda romantik geleneğin, özellikle Hölderlin’in etkisiyle ortaya çıktığı da söylenebilir. Varlığın varolanı unuttuğu ve onunla bağını kestiği, tanrıların artık bulunuşta olmadığı ve insan yazgısının kof özgürlüğün ve tekniğin egemenliğine, hazır bulunuşuna bırakıldığı düşüncesindedir Heidegger. Dasein, yani orada-ki varlık, bu hazır bulunuştan ve tehlikeden arındırılmalı, dünyayı düşüncenin ve sormanın bütün biçimleri içinde yeniden kavramalı ve Varlığı tanınmaz halinden kurtarmalıdır: Ne yapmalıyız? sorusu yerini Nasıl düşünmeliyiz? sorusuna bırakmalıdır. Çünkü düşünme “asıl ele alıştır, ele alış ise varlığın özüne yardım eli uzatmaktır. Bunun anlamı şudur: varlığın özüne, varolanın orta yerinde kendisini ve özünü dile getireceği meskeni hazırlamak (kurmak).” (34)
Heidegger için dil özsel meskendir ama tek başına düşünme, hissetme ve istemenin ifadesi değildir. Dil insan özünün varlığı ve onun seslenişini karşılamaya ve bu karşılayışta varlıkla bir olmaya yeltenebileceği yegane düzlemdir. İnsan, varlığı ne denli iyi karşılar ve onun sesine ne denli iyi kulak verirse, o denli iyi düşünür, varlığın yazgısını anlar. Peki bu karşılamanın ve düşünmenin önündeki engeller nelerdir? Bu engellerin düşünceyi ve varolanı örtmesi, kapalılaştırması ve varolandan koparmasının, yeniden başka biçimde sormak gerekirse varlığın çağımızdaki sessizliğinin düşünceye ait kökensel özü nerede yatmaktadır? Heidegger’in terimleriyle unutulmayla tuzağa düşüren ve düşünceyi örten, hakikat ile hakikat olmayanı (ama yine de hakikatle bağlı olanı ve hakikati ortaya çıkaran etmeni) ayıran usta, sanatçı, düşünür kimdir!
Kuşkusuz Heidegger için felsefenin kendisinin özellikle –usta’dan- Platon’dan başlayarak bu unutuş/unutuluşta ve varlığın sessizleşmesinde önemli bir payı vardır. Us’ta felsefeyi tam anlamıyla usa getirmiş ve güneşe doğru bir eğitim olarak, bir us’talaşma olarak, usa doğru yolculuk, onda bulunma olarak ortaya koymuştur. Böylece kökende olan Platon ile birlikte asli odağımıza, ışıklanmanın kopma, güneş ile olmanın insanlığın ve varlığın masasına bir örtü olarak görüldüğü us’talaşma bağlama dönüyoruz, idea’nın ve ışıklaşma olarak özgürlüğün kaynağına:
“Hakikatin Özü” (35) adlı eserinde Platon’un mağara alegorisini aşama aşama
–eleştirel ve semantik bir gözlemle- değerlendirmeye ve açık kılmaya çalışan Heidegger’in izlediği düşünce patikası hakikatin ne zaman ilk (böylece ona göre en görkemli ve kökensel anlamı, unutulmuş anlamı) anlamı olan açığa çıkmak, gizlilikten kurtulmak ve daha çok varolanla dolmak anlamından doğruluk, uygunluk, en yüksek fikir olarak hakikat düşüncesine evrildiğini belirtik kılmaya çalışıyor. Heidegger, hakikatin Herakleitos ve Parmenides’te açıklaşma, insanla/insanda açığa çıkma, varlığın örtüsünü kaldırma ya da üstünü açma, ortaya çıkma, bulunuşta olma, keşfedilmiş olma anlamlarına geldiğini ve felsefenin insan için varlık ile varolan arasındaki bir düşünme, özünme ve bağ kurma biçimi olduğunu savlıyor: “Hakikatin Antik Yunanlılardaki kelime karşılığı açıkta oluş, örtüsünü kaldırmadır (unhiddenness/unverborgenheit). Hakiki olan şey açıkta olan, örtülmemiş olandır/unutulmamış olandır.” (36)
Bu anlamların ve felsefenin özünün sonraları saklandığını -us’talaşma içerisinde hep çırak kalışın, yeniden öğrenmenin imkanlarının, gelecek demenin, sürecin tamamen gözden düştüğünü- Platon ile birlikte hakikatin doğruluk, idea’ya karşı sorumluluk ve onun ışığıyla özgürleşmek biçimine girdiğini ve yaşamdan, insanın yazgılandığı doğadan, felsefenin de kendi özünden koptuğunu ifade ediyor. Başka şekilde söylemek gerekirse, kökten bir okuma/söküm içerisine giren Heidegger’in düşüncesinde varlık ile varolan, hakikat ile hakikat olmayan, yaşam ile düşünce zamansal özlerinden ve birbirlerinden koparılarak, Batı Metafiziği yanılsamalar ve yanlışlarla dolu düşünsel bir yolculuğa başlamıştır. İşte Heidegger, bu kopmanın izlerini, hakikatin ilk ve sonraki anlamları arasındaki geçişlerin izini mağara alegorisi üzerinden sürmektedir.
Her ne kadar gizlilik ile açıklık Platon’un anlatımlarında önemli yer teşkil ediyor olsa da – zira Heidegger için burada hakikat hala açıklaşma, varlığa gelme ve saklanmışlıktan özgürleşerek insanla yüzleşme anlamlarını da yansıtmakta, bize köksel anlam için ipucu sunmaktadır- en son çözümlemede mağaranın dışına çıkarak özgürleşen ve sonra da gölge ile gerçek arasındaki, ışık ile yansıması arasındaki farkı anlatabilmek ve öğretebilmek için mağaraya geri dönen insanın en yüksek idea olan güneş adına saklı ve açıkta olan, hakikat ve hakikat olmayan ilişkisini göz ardı ederek (sözkonusu alegoride mağara içerisinde zincirli insanlar gündelik yaşamın içerisindeki insanları temsil etmektedir, bu açıdan bakıldığında hakikat ile hakikat olmayan ilişkisi düşünce ile yaşam arasındaki ilişki olmaktadır) yalnızca saf ve en yüksek düşünce adına gölgeleri, açıkta olmasına rağmen açıklığı henüz elleri kolları zincirlerle bağlı olan mahkumlarca benimsenen [mahkumlar gündelik hayatı içerisindeki insanı temsil etmektedir] yaşamı ve saf ışıktan yoksun karanlığı, böylece gündelik yaşamı, varolanların orada da varlık ile dolu olduğu yaşamı düşmanlaştırmaktadır. Varlık ile varolan arasındaki bağ işte burada koparılmış, saklanmışlık ve açıklık ilişkisinden yoksun bırakılan hakikat varlığın üzerine en yüksek düşünce olarak kapatılmıştır. Kısacası hakikat ortaya çıktığı anda, onu ortaya çıkaran bütün bağlantılar, açıkta olan ve saklı olan ayrımı en yüksek düşüncenin tamlığı içerisinde eritilmekte, bir tür feda etme eylemi gerçekleştirilmekte, hakikat bütün hakikat olmayan şeylerin en uzağına yerleştirilmektedir: Kendi kaynağı olan ön-yazgısını unutan bir hakikat anlayışı. İşte bu uzaklık ile hakikat, gerçek anlamından uygunluk ve ideanın bilgisi, deneyimi olduğu çarpık anlamına doğru bozundurulmuştur.
- Oysa ki Heidegger’in çözümlemesinde hakikati anlatacak olan, hakikati diğerlerine aktaracak ve onlar için şeylerin, nesnelerin özünü daha varlık dolu, daha ışık dolu yapacak olan adam diğerlerine tam olarak açıkta olan ama henüz açıkta olduğu diğer mahkumlarca bilinmeyen şeylerin gerçek özünü anlatmakla yükümlüdür. Bu gerçek öz, Heidegger için içeridekilerin gölgenin kendisi gölge olarak bildikleri düzlemdir. Ve o açıkta olanlardan daha çok açıkta olanların olduğu, varlık ve varolanla daha çok dolu olan bir mekan olduğu bilgisi us’tanın kendisinde birikmiştir. Güneşin kendisinin mekanı olarak mağaranın dışarısının bilgisine sahip olan, o bilgiyi içselleştirmiş ve içeri girdiği halde o hakikatten uzaklaşmamıştır. Kısacası hakikat, hakikat olmayanın ortamında, ya da daha az varlıkla dolu olan varolanların arasında da özgür olarak var olabilmektedir. Kendisi zamansal ve uzamsal olmayan idea, kendisini o belirli insanın varoluşunda sergilemekte ve özgürleştirici bir hakikat taşıyıcı, gezen güneş olmaktadır. Yine de hatırlatmak gerekiyor ki, us’tanın kendisi emek dolu bir süreçten geçmiştir. Ve henüz bitmiş değildir yol, diğerlerine aktarmalıdır kendisinde olanı, bu bağlamda özgürlük sadece ışığa çıkmak ve ona alışarak onu doğrudan görebilmek değildir, en tam özgürlük ancak en yüksek düşüncenin ışığı karanlıkta kalanlara da götürüldüğünde, karanlıkta kalanların kendisi kendilerinde açıklaştığında ortaya çıkacaktır. Öte yandan oradaki-mahkumların kendi varoluşlarında, onları ikna etmeye gelen adam karşısında, hem çoğunluk hem de gündelik hayatın ve yaşamın kendi gerekleri açısından haklı konumda bulunanlar olarak en yüksek düşünceye yükselmek ve hiç görmedikleri, hiç farkında olmadıkları ve alışmak için yoğun emek harcayıp acı çekmelerini gerektiren hakikatin özü ile ilişkileri pek sıkıntılıdır. Sıkıntı yaşamın ve şartlarının somut içeriğinden, hakikatin aslında hiç de uzaklaşamadığı varolanlardan, şeylerden ve onların özüyle birlikte olmanın insan doğasının, düşünmesinin ve iman etmesinin bir yazgısı olmasından ileri gelmektedir. Heidegger için, hakikat uğruna hakikat olmayan ya da daha az hakikat olan yaşamın feda edilmesi insanın yazgısı değildir, tam tersine insan düşünerek ve sürekli olarak varlığını varolanlara açarak, onları da kendisi açısından saklanmışlıklarından ve unutulmuşluklarından kurtararak özgürleşebilir, yaşam ve kendisi ile uyum içerisinde kalabilir. Hakikat zamansal olandan özgürleştirilemez, tam tersine kendisi zaman olarak sunan yaşam (geleceğin saklanmışlığı) sürekli olarak hakikati besler ve hakikat de karşılık vererek varlığın sağlamlığını gözetir, ona bekçi olur. Platon’da hakikat, hakikat olmayanın yanında durabilirken, hakikat olmayan hakikatin yanına koyulmaz,,, mahkumların o varoluşları içerisinde özgürleştiricinin yanında varolmaya, sürekli yaşamda durma gibi bir imkanları düşünür için dışarda bırakılır. İşte bu dışarda bırakma Heidegger için unutmadır, hakikati hakikat yapan ilişkilerden arınma çabasıdır ki, insan özüne ve yazgısına karşı gelmek anlamına gelir: İnsan ne varlığı ne varolanı dışarda bırakmaz, onu içine alır, onları taşır ve yeniden doğaya salar…
Hiç şüphe yok ki burada Heidegger’in Platon’a yönelik bütüncül eleştirisini sunacak ya da hakikatin bozulmasıyla ilgili iddiasının doğruluğunu tartacak değiliz. Platon’un güneş/ışık merkezli sonsuz ve değişmez hakikat anlayışının yerine, Heidegger varlık ile varolanların birlikte olduğu ve açıklaştığı, ışıkla olduğu ama karanlık, değişim ve yaşamla ilişkisini hiçbir zaman kesmediği, hakikatin değişmezlik ve düşüncenin dinginliği olmaktan çok saklanmışlıktan özgürleşmek, ortaya çıkmak olduğu bir yaşamzamansal tabloyu koymaktadır. Burada, bizim son olarak Heidegger bağlamında üzerinde durmamız gereken, ışığın anlama, görme, aydınlık, idea ve özgürleşme ile olan ilişkisi üzerine kendisinin yaptığı çözümlemedir.
Heidegger, ilkin mağara alegorisindeki en yüksek idea ile (güneş) ışık arasındaki ilişkiyi deşer: “Platon, etrafımızdaki varolanları (gölgeler)… varolanların gerçek hakikati, açıklaştırılmış [örtüleri kaldırılmış] varolanlar olarak görmez. O halde bunların ötesinde ve üstünde başka bir şey olmalı?... Platon daha çok sayıda gölgeyi bilir hale gelmemiz gerektiğini söylemez, bilmemiz gereken daha ziyade gündelik olarak bizi meşgul eden varolanlardan farklı bir şeydir, varolan şeylerin sonsuz çeşitliliğine bağımlı olan mahkumların görme yeteneğinde olmadığı bir şey. Tarihsel yorum o şeyin idea olduğunu söylüyor.” (37)
Heidegger, kendi Platon yorumu içerisinde fenomen’in yani aslında öyle olmayan ama öyle görünenin türlülüğünden idea yoluyla (kitap örneğini vererek), ortak olan yoluyla çıkarak şeylerin özüne, onları o özle birlikte kılan şeye doğru yöneltiyor bizi. Gözlerimizle görmek fenomeni ve ona ait sandığımız kokuyu, kalınlığı, rengi görmekken ve aslında tamamen öznel olarak bilinçteyken bizi o şeyi, o şey olarak görmeye, yani görmenin kendisinin görmekle özdeş olmadığı bir yere götüren, varolan bütün kitapları ortaklaştıran tümel, onları kendisine veren ve görünür kılan ama kendisi görünmeyen idea’dır. Peki görmenin kendisinin yalnızca gözlerimize gelen görme olmadığı (Heidegger için görmenin kendisinin görmek ile aynı olmaması gibi) ya da gördüklerimizi gördüklerimiz şeyler yapanların kendi gözlerimiz olmadığı düşüncesi nasıl bir düşüncedir?:
“Daha açıkça, görmek gözler “ile” algılamaktır, ama gözler “ile” algılamanın ne demek olduğu belirsiz. Bu ilk elden gözlerin görüneni veren ve görüneni gören olduğu anlamlarına gelebilir… Ama biz gözlerimiz renkleri görür demeyiz ama daha öz bir şekilde söylemek gerekirse, onlar ile görürüz, onların destek vermesi ile. Böylece ikinci anlama geliyoruz: gözlerimizin desteği ile, onlar aracılığıyla, bir şeyi algılarız ve görürüz, örneğin bir kitabı... O halde söylemeliyiz ki göz rengi duyumsamaz. Göz, duyum yetisinin “içine” inşa edildiği organdır ama yetinin kendisi değildir. Bir araç olarak göz kendi başına hiçbir şeyi görmez, en çoğundan görme gücü bunu gözlerin yardımı ile yapar. Görme gücü duyum anlamında renkleri görür ama asla kitap gibi bir şeyi görmez, ancak görme gücü ile bir kitabı görürüz. Burada görmek algılamak anlamına gelir; bir algılama ki içinde görme gücü içerilir… ” (38)
Heidegger ilkin görmeyi gözler aracılığıyla ve onların desteğiyle yaptığımızı onaylıyor fakat bu “ile” yapmaktan, bu aracılıktan (ki çok açık bir şekilde işin başka bir doğada olduğunu ve aslının, özünün aracıda olmadığını duyurur) gözlerin görmeyi sağlamak için ancak bir araç olabileceği ve görmenin kendisinin görme yetisini kapsıyor olsalar bile gözlerde olamayacağı sonucuna varıyor ve gözlerden görme gücünün kendisine doğru ilerliyor. Görme gücüne ulaştığında da, görme gücünün kendisini algılama boyutuna yükseltirken (ki Heidegger’in eserinde sıkça tekrarladığı “görmek ve görmek aynı şey değildir” ifadesi anlamına giderek daha fazla kavuşmaktadır, Heidegger görmenin kendi başlangıcından başlayarak, onun özüne doğru, aracılıkları da dışarda bırakmayı sürdürerek ağaçların sıklığında ve kavramların/dalların iç içe geçmişliğinde yol alır: işin özünü yani ışığı ararken ancak “alınabilecek olanın yolunda.”) gözleri araç ve destekçi olarak ikincil kılarken, aslında onun da birincil ve görmenin kendisi olan olmadığını, en son çözümlemede görme gücünün de kendisi aracılığıyla gördüğümüz ve (kitabın kitap olarak kendisini görmek için) bir “ile” daha koyduğumuz bir geçiş noktası olduğunu açıklıyor ve “nelik” olarak tanımaya doğru ilerliyor:
“Kitabı gördüğümüzü söylediğimizde, burada görmeyi, görme yetisinin aracılığı ve gözlerimizin desteğiyle nesneyi algılamanın daha ötesine geçen bir anlamda kullanırız. Görmek için ne kadar keskin ve gelişmiş araçlarımız olursa olsun ya da ne kadar mükemmel bir görme gücüne sahip olabilirsek olalım, asla bir kitabı (gerçek anlamda) görme gücümüz görmez… Böylesi bir görme bir şeyi karşılayan şeyin: kitap, ağaç, ev… ne olduğuna dair bir anlamaya (verstehen) aittir. Bir şeyi kitap olarak tanırız. Bu tanıma kitabın, masanın, kapının bize verilen görünüşünü kayıt altına alır... : biz şeyin neliğini görürüz.” (39)
Heidegger analitik bir yöntemle ilerliyor ve öncelik sonralık ilişkileri içerisinde çözümlemeler yapıyor gibi görünse de idea’nın sözgelimi daha ilk aracılıkta bile, gözler ile görmede bile doğrudan içerildiğini söylemektedir. Burada soyutlama yaparak, derin düşüncenin ayırma ve analiz yeteneğinden faydalanıyor Heidegger. Ve bu analizde, şu anda görme üzerinden idea’ya gelmiş bulunuyor Heidegger:
“İdea, bir şeyin (o) bir şey olarak görünüşüdür. Bu görünüşler aracılığıyla bireysel şeyler kendilerini “bu” ve “o” olarak, “var olan (bulunan)” olarak sunarlar… ” (40)
Görünüş, idea, şeyin kendisini o şey olarak bulunuşa getirendir, ona o mevcudiyet içerisinde varlık verendir. Heidegger için Platon’un keşfettiği şey, işte bu idea’nın kendisidir ve o, b u idea’yı görmeyi algılama olarak ya da daha kesin olarak us yani gerçekte algılayanın ta kendisi olarak adlandırır. Böylece idea’yı görmek neliği ve nasıllığı anlamak, varolanların oldukları varolanlar olarak tanınmasını sağlamaktır. Böylece biz ideaları göremediğimiz sürece varolanları da göremeyiz bedensel gözlerimizle. Mağaradaki mahkumlar sadece gölgeleri görmekte ve onların yalnızca orada oldukları şey olduklarını düşünmektedir ama (gerçekte) varlığın hiçbir bilgisine ya da anlayışına sahip değillerdir. Böylece oldukları yerden ayrılmaları, daha düşük bir anlayış ve algılamadan idea’nın varolduğu evrene, en hakiki düzeye, günün gerçek güneşine ve ışığına kavuşmaları gerekmektedir. O halde bu bağlantılarla tekrar soruyoruz, nedir ışık ile bu en hakiki olanın, idea’nın ilişkisi?
Heidegger ışığın üzerine daha fazla giderek, ışığın ışığın kaynağı olmadığını ama özünde aydınlık olarak aldığımız şey olduğunu söylüyor. Ancak ışıkla ve aydınlıkla görmenin, görülebilirin alanına giriyoruz. Fakat bizi bu alana sokanların kendileri olan ışık ve aydınlık koku, kalınlık, renk gibi bir şey değildir, daha da ötesinde soyuttur, hiçliktir, ele ve göze gelmez. Aydınlığın olduğu yerde doğal olarak karanlık da çağrılıyor. Ve işte bu ikisi birlikte, bir arada idea olarak varolmada görülebilir olanı deneyimlemenin imkanının şartlarını oluşturuyorlar. Heidegger semantik ve etimolojik ön-arayışlardan sonra:
“Işık açan, kendi içinden geçiren (böylece şeyle karşılaştıran, onu ortama yayan) şeffaf olandır. Işığın ve aydınlığın özü şeffaf olmaktır… Işıkta iki şey görüyoruz: o bir şeyin öncelikle görünür bir şey olarak görülebilmesi için [ışığın] içinden geçmesine olanak veriyor ve aynı zamanda görüşü görünen nesneye doğru içinden geçiriyor. Işık, içinden geçirendir.” (41)
Işık, Heidegger bağlamında (gerçek anlamda bir) görüş için içinden geçiren, şeffaf bir öze sahip. Yani bir şeyleri gerçekten o şeyler olarak görmek için ışığın içinden geçiriciliğinden, şeffaflığından faydalanıyoruz. Kitabı kitap olarak, evi olarak ev, sandalyeyi sandalye olarak görebilmek için. Aynı şekilde idea da varlığı olduğu şey olarak görmemizi sağlarken, varlığın bizimle konuşması için imkan yaratan bir özü taşır. Ancak bir şeyin neliği, o şeyin kendisini “bu ve bu” olarak gösterir. Ancak şeylerin neliğinin anlaşıldığı yerde varolanların ortaya çıkması, ancak orada bir içinden geçirme, varolanların varlığın içinden geçme/geçen olması mümkündür. Bizler de ancak idea ile görür, ancak onunla görme gücümüz ve gözlerimizden destek alarak o şeyi o şeyin gerçek özü olarak içimizden, düşüncemizden geçiririz. İdea işte bu bağlamda içinden geçirendir, şeffaftır, kendi doğasının şeffaflığıyla görünür kılar.
Işık ile idea arasındaki ilişkiyi çözümlemeye çalıştıktan sonra, ışık ve özgürlük arasındaki ilişkiye de değinmek yazının kavuştuğu son nokta, yazının zincirlerinin boşanacağı özgürlük ufku olarak kendi sonumuza değmek yerinde olacaktır. Platon’un mağarasındaki mahkumların mağaradan ayrılarak ışıkta görmeye alışmaları ve en sonunda güneşin kendisine bakabilmeleri demek, en yüksek fikri bilebilmek ve özgür olabilmek demektir: karanlıktan aydınlığa çıkmak, ona uyum sağlamak; ya da başka türlü dendiğinde (gözlerimiz ve görme yetimiz ile ilgili çözümlemesi hatırlanırsa Heidegger’in) aydınlıkta görünür olanın kendisinden aydınlığın ve ışığın kendisine yükselmek… görüşün kendisinin aydınlatıcı olduğu bir idea evrenini bilmek… güneşin, idea’nın bilgisinde ustalaşmak!
*
Not 1: Burada dipnotlar içerisinde doğrudan referans gösterilmese de, ışık ve hakikat ilişkisindeki bu yazıyı esinleyen ve ona temel bir önem atfedilmesine olanak sağlayan makale Hans Blumenberg’in “Hakikat İçin Bir Metafor Olarak Işık” adlı makalesidir. (42)
Not 2: Heidegger sonrasında özellikle Modern Fransız Felsefesinde ışık üzerine eleştirel bağlamlar içerisinde ciddi açılımlar ve felsefi katmanlamalar bulunmaktadır. Işığın sözgelimi Derrida’nın metafizik tarihi eleştirisinde, güneş özellinde bilhassa, önemli bir yeri vardır. Aynı şekilde Levinas, Irigaray gibi daha çok mantıksallığın ve düşünselliğin en azından mutlaklığın ve özdeşliğin (diyalektik olsa bile) hakim olduğu sistemlere yoğun eleştiriler yönelten düşünürler için de (klasik anlamda ışık hakikat anlayışının kutuplar dışındaki aradalık durumlarını yansıtmayan bir yapıyı ve anlatıyı metafizik tarihinde biçimlendirmesi ve erkek egemen, beyaz egemen, us egemen baskı mekanizmaları yaratması gibi) ışık ve ilişkili kavramlar metafiziğin tarihi için önemli göstergeler ve düşünsel metaforlar olarak yerlerini almışlardır. Bu yazının ilk planında bunlara da değinilmesi planlanmıştı fakat gelinen noktada böylesi bir açılım ve geçiş için yeterli çerçeve ve bağlamsallaştırmanın (zamansal ve yapısal sorunlardan da ötürü) henüz oluşturulamadığı kanaati yazarda oluşmuş ve yazı Heidegger ile birlikte kesilmiştir. [Bu kesimin kendisini geçici kılmak için yazar çalışmalarını sürdürmektedir…]
1- “ile birlikte yolculuk” için bkz. Jacques Derrida, İstanbul Mektubu Syf. 17-36 - Cogito 47-48
2- Fazıl Hüsnü Dağlarca, Orada Karanlık Olurum - YKY
3- Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi 1,Syf. 25 - Kabalcı Yayınları, Çev: Ali Berktay
4- Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi 2, Syf. 39
5- Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi 2, Syf. 39
6- G.W.F Hegel, Tinin Görüngübilimi, Syf. 27
7- Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi 2, Syf. 80
8- Herakleitos, Fragmanlar, 16, Syf. 61 – Kabalcı Yayınları, Çev: Cengiz Çakmak
9- G.W.F. Hegel, Tüze Felsefesi, Syf. 26 - İdea Yayınları, Çev: Aziz Yardımlı
10- Proömium, Çev: Aziz Yardımlı
11- G.W.F. Hegel, Lectures on the History of Philosophy, Vol. 1, Pg: 296 – University of Nebraska Press – translated by Frederic C. Beiser
12- Herakleitos, Fragmanlar, 6, Syf. 41
13- Herakleitos, Fragmanlar, 16, Syf. 61
14- Herakleitos, Fragmanlar, 30, Syf. 89
15- Herakleitos, Fragmanlar, 114, Syf. 265
16- Herakleitos, Fragmanlar, 41, Syf. 111
17- Herakleitos, Fragmanlar, 101a, Syf. 239
18- Herakleitos, Fragmanlar, 6, Syf. 267
19- Jacques Derrida, Margins of Philosophy, Pg: 251 - The University of Chicago Press translated by Alan Bass
20- G.W.F. Hegel Tinin Görüngübilimi, Syf. 25
21- Burada biz Devlet için: “Plato, Republic /Plato Complete Works – Hackett Publishing translated by G.M.A Grube” çevirisini kullanıyoruz.
22- Plato, Republic, V II Pg: 1136
23- Alain Badiou, Sonsuz Düşünce, Syf. 16 – Metis Yayınları, Çev: Tuncay Birkan, Işık Ergüden
24- Alain Badiou, Sonsuz Düşünce, Syf. 21
25- G.W.F. Hegel Tinin Görüngübilimi, Syf. 433
26- G.W.F. Hegel Tinin Görüngübilimi, Syf. 433
27- Hegel's Philosophy of Nature: Encyclopaedia of the Philosophical Sciences, Pr. 275 - Oxford University Press translated by A.V. Miller
28- Hegel's Philosophy of Nature: Encyclopaedia of the Philosophical Sciences, Pr. 276
29- Hegel and The Sciences, Edited by: Robert S. Cohen and Marx. W. Wartofsky, Boston Studies in the Philosophy of Science –Gerd Buchdahl, Pg: 28
30- Hegel's Philosophy of Nature: Encyclopaedia of the Philosophical Sciences, Pr. 222
31- G.W.F. Tinin Görüngübilimi, Syf. 512
32- Friedrich Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi, İnsanca, Pek İnsanca 2 – İthaki Yayınları, Çev: Mustafa Tüzel
33- Friedrich Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi, İnsanca, Pek İnsanca 2, Syf. 8
34- Martin Heidegger, Tekniş ve Dönüş, Syf 50 – Bilim Sanat Yayınları, Çev: Necati Aça
35- Martin Heidegger, The Essence of Truth - On Plato’s Cave Allegory and Theaetetus – Continuum Press, translated by: Ted Sadler
36- Martin Heidegger, The Essence of Truth - On Plato’s Cave Allegory and Theaetetus, Pg: 8
37- Martin Heidegger, The Essence of Truth - On Plato’s Cave Allegory and Theaetetus, Pg: 36
38- Martin Heidegger, The Essence of Truth - On Plato’s Cave Allegory and Theaetetus, Pg: 37
39- Martin Heidegger, The Essence of Truth - On Plato’s Cave Allegory and Theaetetus, Pg: 37
40- Martin Heidegger, The Essence of Truth - On Plato’s Cave Allegory and Theaetetus, Pg: 38
41- Martin Heidegger, The Essence of Truth - On Plato’s Cave Allegory and Theaetetus, Pg: 40-41
42- Hans Blumenberg’s “Light as a Metaphor for Truth: At the Preliminary Stage of Philosophical Concept Formation,” trans. Joel Anderson, in Modernity and the Hegemony of Vision, ed. David Michael Levin, Berkeley: University of California Press, 1993, 30-62
Not: Bu yazı, Monokl'un 2007 Temmuz'unda çıkan 3. sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılmaması rica olunur...
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment