İmandan yoksunum dolayısıyla mutlu olamam çünkü kendi hayatının anlamsız ve şüphesiz bir ölüme doğru ilerlediğinden endişe eden biri mutlu olamaz. Mirasımda ne bir tanrı ne de herhangi bir tanrının dikkatini çekebileceğim sabit bir nokta yok. Ne kuşkucuların o güzelce kılık değiştiren öfkesinden, ne akılcının odysseusvari kurnazlığından, ne de ateistin safdil ateşliliğinden nasibimi aldım. *Ve bu nedenle, bende ne sadece kuşku uyandıran şeylere inananları, ne de kuşkusuna sanki kuşku değilmiş gibi yaklaşanı ve karanlıklarda kaybolanı taşlayabilirim. Attığım taş olsa olsa hedef olarak beni bulurdu çünkü emin olduğum bir şey varsa o da şudur : insanoğlunun ihtiyacı olan teselli arzusunun tatmini imkansızdır.
Bana gelirsek, ben bu teselliyi tıpkı bir avcının avını kovaladığı gibi kovalıyorum. Ne zaman ormanda onu görüverdiğimi sansam silahıma sarılıyorum. Çoğu kez elde ettiğim tek şey, sadece boşluk oluyor fakat ara sıra avımı elde ettiğim de oluyor. Ve tesellinin ancak bir ağacın tepesindeki bir rüzgar uğultusu kadar sürdüğünü bildiğim için, avımın tadını çıkarmak için acele ediyorum.
Fakat, o anda elimde avucumda kalan nedir? Yalnız bir mizacım olduğu için, sevdiğim bir kadın ya da hüzünlü bir yoldaş, şair olduğum için korkuyu ya da sevinci anlatan bir tutam kelime, tutsak olduğum için, özgürlüğün ani bir görünüşü ve ölümün tehdidini ensemde hissettiğim için, sımsıcak ve canlı bir hayvan ve şeytanca atan bir yürek. Denizin tehdidi altında olduğum içinse, sert bir granit kayalık.
Bir de benim onları aramama gerek kalmadan gelip beni bulan teselliler var: odamı iğrenç fısıltılarıyla dolduran… — Hazzınım senin, sev onların hepsini, senin yeteneğinim, kötüye kullan beni, kendini kötüye kullandığın gibi. Senin tatmin arzunum, sadece gurmeler bilir yaşamayı. Yalnızlığınım senin, hor görmelisin insanlığı. Ölüm arzunum senin, öyleyse ne duruyorsun, kesip bitir artık.
Bıçak sırtı: hayatımı tehdit eden iki tehlike görüyorum: bir taraftan açgözlülüğün tokluk bilmez ağzı, diğer taraftan kendi kendisini besleyen ekşi cimrilik. Fakat orji ve asez arasında bir seçim yapmayı reddediyorum, bunun için arzularımın yanıp gitmesi işkencesini de göze almış oluyorum. Bana yetmiyor edimlerimizde özgür olmamamız yüzünden her şeyin affedilebilir olabilmesini bilmek. Benim aradığım, yaşamıma bir özür, bir mazaret değil, fakat bir özürün tam tersi: Af. Son tahlilde, şu fikir geliyor aklıma, benim özgürlüğümü göz önüne almayan her teselli yanılsamadır, sadece yansıyan bir imgesidir benim hayal kırıklığımın. Aslında düş kırıklığım bana şöyle seslendiği zaman; ‘güvenini yitir, çünkü her gün iki gecenin arasında bir duraktır’, sahte teselli bana şöyle diyor; ‘umut et, çünkü her gece iki günün arasında bir duraktır.’
Fakat insanlığın ihtiyacı yok, tinsel kelimeler halinde dökülüveren bir teselliye, aydınlatan bir teselliye ihtiyacı var onun. Ve kötü olmak isteyen her kimse, yani tüm edimler savunulabilirmişçesine yaşayan birisi, en azından bunu başarabildiğinde farkına varabilmelidir.
Kimse, tesellinin mutlak gerekli olduğu anları sayıp dökemez. Kimse bilemez alacakaranlığın ne zaman ineceğini ve hayat, aydınlığı karanlığa bölerek ve günleri gecelere bölerek çözebileceğimiz bir problem değil. Bir gün bir deniz kıyısında yürürken aniden hissedebilirim, sonsuzluğun korkunç meydan okumasını varoluşuma ve dalgaların dur durak bilmeyen salıntısını ve rüzgârın dinmeyen kaçışını. O an zaman nedir ki, eğer insani olan hiçbir şeyin sürekli olmamasına bir avuntu değilse… Ve o ne sefil bir tesellidir öyle, sadece İsviçrelileri varsıllaştırır.
Tehlikeye en uzak odalardan birinde ateşin önünde otururken birden bire ölümün usul ayak seslerini duyumsayabilirim. Tam da ateşin içindedir o, beni çevreleyen keskin her nesnede, çatının ağırlığında, duvarların kütlesinde, suda, karda, sıcakta ve damarlarımda. O an nedir ki insanın güvenlik duygusu eğer ölümün yaşama en yakın şey olmasına kısır bir avuntu değilse… Ve o ne sefil bir tesellidir ki, yeniden hatırlatır bize, unutturmak istediklerini!
Tahayyül edebildiğim en güzel söz birleşimleriyle doldurabilirim tüm boş sayfaları. Ve yaşamımın saçma olmadığına ve evrende bir başıma olmadığıma kendimi inandırmak istediğim için, tüm bu kelimeleri bir kitapta topluyorum ve onu sunuyorum dünyaya. Karşılığında, dünya bana zenginlik, şan ve sükût veriyor. Ama ne yapayım ben o zenginliği ve ne gibi bir haz duyabilirim edebiyata katkıda bulunuyor olmaktan, sadece elde edemeyeceklerimi arzularım: bu kelimelerin dünyanın kalbine dokunduğunun teyidi. O ne dehşetli bir tesellidir ki yalnızlığımı on kat daha şiddetli hissettirir bana!
Özgürlüğü, bir ormanı süratle geçen bir hayvanda vücut bulmuş olarak görebilirim ve şöylece fısıldar bir ses kulağıma: basit yaşa, ele geçir arzuladıklarını ve korkma yasalardan! Fakat bu iyi tavsiyeler özgürlüğün kendisini reddetmekten başka nedir ki? Ve ne acınılası bir tesellidir o, insanoğlunun bir kertenkele dahi olabilmek uğruna milyonlarca sene geçirmesi gerektiğini bilene!
Kısa kesersek, bu dünyanın, içinde kral Salomon, Ophélie ve Himmler’in birlikte yattıkları kocaman bir toplu mezar olduğunu idrak edebilirim. Bundan çıkaracağım sonuç da, cellât ve kurbanın, ermiş bilgeyle aynı ölüme öldükleridir ve ölümün bize, ıskalanmış bir hayatın tesellisi olarak görünebileceğidir. Ve bu ne korkunç bir tesellidir, yaşamda ölümün tesellisini arayanlara!
Bir balığın suda yüzmesi misali ya da bir kuşun göklerde kanat çırpması misali bir felsefem yok hareket edebilmek için. Tek sahip olduğum bir düello ve bu karşılaşma bir yandan, ömrümün her anında, benim güçsüzlüğüme güçsüzlük katan ve umutsuzluğumu daha da derinleştiren sahte teselliler ve diğer safta beni geçici bir özgürleşmeye kavuşturan hakiki teselliler arasında sürüyor. Belki de tek gerçek teselli demeliydim, tek çünkü aslında benim için bir tek gerçek teselli mevcut, o da bana özgü bir insan olduğum telkinini veren, parçalanamaz, bütünlüklü bir birey olmamı onaylayan ve kendi sınırlarıma sahip ve o sınırlar içerisinde hâkim birisi olduğumu gören bir teselli.
Ancak, özgürlük kölelikle başlar, hâkimiyetse bağımlılıkla. Benim köleliğimin en bariz işareti, yaşama korkum. Özgürlüğümün en belirleyici işareti, korkunun yerini, bağımsızlığın dingin neşesine bırakması. Sanki bağımsızlığa, tam da, nihayetinde özgür bir insan olduğumu kavrayabilmek için ihtiyacım var ve sanırım bu hakikatin tam kendisi. Edimlerimin ışığında, yaşamımın sanki tek amacının kendi mutsuzluğumu ve acımı üretmek olduğunu görüyorum. Bana özgürlüğü sağlaması gereken şeyler, köleye çevirdiler beni, ekmek yerine kara taşlar sundular bana.
Başka insanların başka efendileri var: benimse kendimi köleye çeviren ve onu kaybetmekten korktuğum için kullanmaya bile cesaret edemediğim yeteneğim. Üstelik, kendi şanım ve ismim beni öylesine tutsak ettiler ki, bir satır dahi yazmaya korkuyorum onları kirletirim diye. Ve sonunda bunalım geldiğinde, kapıma dayandığında, ona da esir oluyorum. En büyük arzum, onu elimden kaçırmamak, en büyük zevkim, tüm değerinin varlığımın, kaybettiklerimin içinde olduğunu hissetmek: kendi umutsuzluğumdam tatsızlığımdan, zaaflarımdan güzellikler yaratma yeteneği. Buruk bir sevinçle tüm kalelerimin harabeye dönüştüğünü görmek, ve kendimin de unutulmanın karı altında kaybolduğumu görmek istiyorum. Fakat bunalım bir matyuşka gibi ve sonuncu bebeğin içinde bir bıçak, bir ustura, bir zehir, derin sular, ve engin bir deliğe atlayış var. Tüm bu ölüm aletlerinin kölesi oluveriyorum. Köpekler misali peşimdeler şimdi, tabii köpek olan ben değilsem. Ve öyle geliyor ki bana, insan özgürlüğünün tek kanıtı intihar.
Ancak henüz yönünü kestiremesem de bir yerlerden özgürleşme mucizesi yaklaşıyor. Bu sahilde de gerçekleşebilir ve daha biraz evvel beni korkulara düşüren aynı sonsuzluk şimdi benim özgürlüğe varışımın şahidi olabilir. Nedir peki bu mucize? Şudur ki, sadece birdenbire hiçkimsenin, hiçbir gücün, hiçbir âdemoğlunun, kendi arzumun önüne geçebilecek hiçbir istekte bulunma hakkının olmadığıdır. Çünkü eğer bu arzu varolamayacaksa, neyin varolması mümkündür?
Deniz kıyısında olduğum için, denizi öğrenebilirim. Kimsenin denizden tüm vapurları taşımasını, ya da rüzgârdan sürekli tüm yelkenleri şişirmesini talep etmeye hakkı yok. Aynı şekilde, kimse de benden yaşamımın şu ya da bu görevin tutsağı olmasını talep edemez. Benim için her şeyden üstün olan ödev değil, yaşamdır her şeyden üstün olan. Tüm diğer insanlar gibi, bir adım kenara çekilmeye ve şu ‘dünya nüfusu’ dediğimiz kitlenin bir parçası olmanın ötesinde, kendi kendine yeten bir bütünlük olduğumu hissedeceğim anları yaşamaya hakkım var.
Yalnızca buna benzer bir anda, hayatın daha önceleri beni hayal kırıklığına uğratan yanlarına karşı kayıtsız ve özgür olabilirim. Denizin ve rüzgarın benden sonra da varolmaya devam edeceklerini ve ebediyetin beni umursamadığını kabul edebilirim. Fakat ben ebediyeti neden umursayacak mışım? Hayatım eğer onu yaşamın örsüne yerleştirirsem kısadır. Yaşam olasılıklarım, eğer onları, ölmeden önce yaratabileceğim kelimeler ve kitapların sayısıyla ölçersem, sınırlıdırlar. Fakat kim saymamı istedi benden? Zaman, yaşama yaraşan ölçü değil ki. Aslında, zaman bayağı bir ölçüm aleti çünkü, hayatımın zaten ilerlemiş eserlerine ulaşabiliyor.
Fakat başıma gelen tüm önemli şeyler ve yaşamıma o harika içeriğini veren tüm şeyler şunlardan ibaret: sevdiğim bir varlıkla bir karşılaşma, tenimde bir okşama, zor bir anda yardım eden bir el, ay ışığını izlemek, yelkenle denize açılmak, bir çocuğa verdiğim ufak bir sevinç, güzelliğin önünde titreyiş, tüm bunlar zamanın dışında cereyan ediyorlar. Çünkü Güzellikle bir saniye olsun karşılaşmak ya da bir asır seyretmek onu, ne fark eder ki? Saadet, sadece zamanın dışında bulunmuyor, fakat zaman ve saadet arasındaki tüm bağlantıları da reddediyor.
Böylece kaldırıyorum omuzlarımdan zamanın ağır yükünü ve bu fırsattan istifade, benden beklenen performansların yükünü de. Yaşamım ölçülebilir bir büyüklük değil. Ne oğlağın sıçrayışı ne de güneşin doğuşu birer performans değiller. İnsan yaşamı da dolayısıyla bir performans değil, fakat büyümekte olan ve mükemmele ulaşmaya çalışan bir şey. Ve mükemmel olan performans filan üretmez, dinginlik içerisinde çalışır. Denizin gemiler ve yunuslar taşımak için yaratılmış olduğu ne kadar saçma. Tabii ki bunu da yapıyor deniz, fakat kendi özgürlüğünü koruyaraktan. İnsanın da, yaşamak dışında başka bir şey için yaratıldığına inanmak da o denli saçma. Tabii ki, makineler icat ediyor, kitaplar yazıyor, fakat bambaşka şeyler de yapabilirdi. Önemli olan özgürce et bu özgürlüğünün tıpkı yaratının tüm diğer ayrıntılarının da tam bilincinde olarak, kendi kendisinin ereği olması. Kendisinin içerisinde, bir çakıl taşının kumun üzerinde durması misali durmalıdır.
Ölümün gücünden azad edebilirim kendimi. Doğrudur ki, ölüm fikrinin peşimde olduğunu ya da ölümün gerçekliğini yadsıyamam. Fakat, benim için oluşturduğu tehdidi, hayatıma zaman ve ihtişam gibi pek eğreti dayanma noktaları bulmayı reddederek, hemen hemen yok edebilirim.
Yalnız, sürekli denizi seyretmek ve onun hürriyetini kendiminkiyle karşılaştırmak kudretine sahip değilim. Gün gelir, toprağa çevirmem gerekir yüzümü ve kurbanı olduğum zulmün tertip heyetine karşı koymam gerekir. İşte o zaman şunu kabul etmem gerekir, insan kendi hayatına, en azından görünürde, kendisinden daha kuvvetli şekiller vermiş. Yepyeni hürriyetimin gücüyle bile bu zincirleri kıramam, kaldıramam ağırlıklarını. Ancak, insanın omuzlarında taşıdığı icaplardan hangilerinin saçma, hangilerinin kaçınılmaz olduğunu görebilirim. Benim kanımca, belli bir özgürlük biçimi ebediyete değin ya da çok uzun bir zaman için kaybedilmiştir. Bu, kendi unsuruna sahip olabilme özgürlüğüdür. Balık kendisininkine sahip, tıpkı kuş ve karada yaşayan hayvan gibi. Thoreau’ nunsa en azından Walden ormanları vardı fakat nerde şimdi insanoğlunun özgürlük içinde ve toplumun kemikleşmiş şekillerinin dışarısında yaşayabileceğini kanıtlayabileceğimiz ormanlar?
Cevap vermek mecburiyetindeyim: hiçbir yerde. Yani yaşamak istiyorsam bu formların içerisinde olmalıyım. Dünya demek ki benden daha kuvvetli. Onun kudretine karşı koymak için elimde bir tek ben varım, bir yandan da muazzam bir güç bu. Niceliğin beni ezmesine izin vermediğim sürece, ben de bir kuvvetim. Ve kelimelerimi dünyanınkilere karşı koymakta kullandığım sürece de korkunç bir güç. Çünkü mahpushaneler kuranlar, özgürlüğü inşa edenlerden daha kötü ifade ederler kendilerini. Fakat benim gücümün sınır tanımayacağı an, sadece sükûtumla kendi dokunulmazlığımı koruyacağım andır, çünkü hiçbir balta ele geçiremez yaşayan bir sükûtu.
İşte tek tesellim budur benim. Biliyorum ki, umutsuzluğa düşüşler çok ve derinler, ama özgürleşme mucizesinin hatırası kanadımmışçasına taşıyor beni, başımı döndüren amacıma doğru: bir teselliden daha fazla olan bir teselli, et bir felsefeden daha muazzam, yani bir yaşama sebebi.
Fransızcadan çeviren : Deniz Günce Demirhisar
Not: Bu yazı, Monokl'un 2006 Haziran'ında çıkan 1. sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılmaması rica olunur...
No comments:
Post a Comment