8.12.08

Işık, Varlık ve Zaman / Julia Ponzio / Sayı 3


Diğer tüm fenomen ve nesneler genelinde olduğu gibi, en eski zamanlardan beri insanoğlunun ışık hakkında sorduğu sorular aynı zamanda var oluşu –Nedir?- ve zamanı –Ne zamandır?- da kapsar. Neyin öncülü ya da ardılı ya da birlikteliğindedir? Ne kadar zamandır?.. Ve benzeri.

Aslında bu iki soru, temsiliyet; mevcudiyet, şimdileştirmeye getirme; bilinçliliği yargılamanın şimdiliğinde bir şeyi yeniden kurmak arzusu olduğu kadar, bir şeyin varlığı konusunda kişinin kendisini sorgulaması gerçeğinde de birleşir.

Bir şeyin varlığından bahsetmek, onu bilinçle eşzamanlı kılmak, hatta geçmişte olup bitmiş bile olsa onu şimdi olanın düzlemine yerleştirmektir. Hatırda tutmak, kontrol altında tutmak, kavramak; varlıkla doğrulanamayan, apophansis, konuyla ilgisiz, bilinmeyen olanı bilincin şimdiliğine, onun geçici gerilimine, artsüremliliğinin (diachrony) hakimiyetine alışı yeniden kurmayı içeren işlemlerdir. Bu aslında şimdileştirmenin eşzamanlılığı (synchrony)anımsanan geçmiş ve umulan geleceğe ait olan “ruhun gerilimi”dir.

Şimdileştirmenin geçiciliği –varlığın her şeyle açıklanabileceği, çünkü her şeyin ona ait olduğuna dair (aşkınsallık olmadan, metafizik olmadan, eskatoloji olmadan) sözsüz varsayıma göre tahmin edilebilir olmayı getiren, konunun dışındalık, kolay işlenemezlik, inatçılığı mevcudiyete getiren- yalnızca kendiliğin, tekil öznenin geçiciliği değildir. Geçiciliğin nesnelleşme, yabancılaşma, aykırılaşma sürecinin her var oluşla, kendini ortaya koyuş ve kendini ifade edişle karşılaştığı bir sürece dek devam ettiği insani olmayan bir özne, bir Nötrlük de olabilir.

Fakat diğer fenomen ve nesnelerle kıyaslandığında ışığın bilgi sürecinde ayrıcalıklı bir yeri vardır, aynı zamanda gerçeğe ulaşma yolundaki geniş ve derin anlamda, farkında olmakta, kişinin gerçek varlığını anlayışında, gerçek iyinin farkındalığında, kendiliğin tümden tamamlanmasında ve ruhsal yükselmede. Tıpkı Platon’un mağara mitinde olduğu gibi. Görüş ışıkla bağlantılıdır, ona bağımlıdır; deneyimlenen ya da (önceden) algılanan görüş sorusu bile olsa.

En azından Empedokles’e ve ilk Pisagorculara uzanan ve Platon’un Timaeus’ta açıkça belirttiği anlayışa göre görüşün kendisi ışıktır: Gözler ışık verir. Gözlerimizdeki ışık sayesinde görürüz: Saf bir ışık huzmesi içimizdekilerden fışkırır ve gözlerimizin içinden geçip gider. Bu şekilde, görme gözlerimizden çıkan ve hava ve su gibi saydam araçlar yoluyla içinden geçip giden, uzaktaki ya da yakındaki bir nesneye bakıyor olma durumumuza göre uzayan ya da kısalan ışık huzmelerine dayanarak tanımlanır.

Buna rağmen gözün ışığı görmek için yeterli değildir. Karanlıkta görsel ışık huzmesi söner ve görmez. Kendini gözün önündeki chroma’nın, nesnenin imgesi hakkında bilgi veren bir grup ışık huzmesi, görsel ışık huzmesinin okuduğu ve göze ve zihne geri döndüğü, aydınlattığı nesnelerin yüzeyine yansıtmak için, çevresel ışığa ihtiyacı vardır.

Diğer kavranışlarda ışık huzmesi evrilir ve nesneden uzaklaştırılır. Her durumda, görme dokunmaya dayanarak açıklansa bile, dokunmanın aksine ışığa ihtiyacı vardır. Işık huzmesinin yönüyle ilgili iki yorum arasındaki fark şeylerin varlıklarını açığa çıkarmakta öznenin etkinliğinin daha büyük (ilkinde) ya da daha küçük (sonrakinde) olmasıdır.

Saydamlığın kendisi ışığa bağımlıdır: Aristoteles De Anima’da hava ve suyun doğasının saydam olmadığını fakat diaphenés’e, saydamlıklarının ışık tafından etkinleştirilmesine, ihtiyaç duyduklarını belirtir; böylece ışık saydam şeylerin etkinleşmesidir.

Görme ışık olmadan mümkün değildir. Metafizik’in başında Aristoteles’in de belirttiği gibi görme diğer duyulardan daha fazla şeyleri bilmemize yardımcı olur ve onlar hakkında pek çok detayı açığa çıkarır; görmenin anlamanın eşanlamlısı olduğu noktaya. Ve ışık görüşle yalnızca gözlerin etkinliğiyle ilgili olduğunda değil aynı zamanda kapsamı genişleyerek bazı kavramlar, görüntüler ve tasarımlara atıfta bulunduğunda da ilişkilidir.

Gerçek ve ışık birbirini kapsar: ışık yalnızca gerçeğin algılanmasına izin vermez ama gerçeğe ulaşmak ışığa ulaşmak, aydınlanmak demektir. Gerçek, ışıktır.

Böylece gerçek iyi ışık; kötü de karanlıktır.

Ve eğer ışık bilgiyse, eylem ona bağımlıdır; dönüşümün, buluşun, yaradılışın gücüyle donatılmıştır. “Işık olsun” aslında İncil'e ilişkin yaradılışı işaret eder.

Işığın paradoksu, bu bilginin koşulunun, hakikatin temsilinin, varlığı belirlemenin, onun zamansal olarak meydana gelişinin, kendisini mevcudiyet içerisinde bilinçli deneyimde ya da tekrar hatırlama ve bilincin beklentisinin biçimi içerisindeki temsiliyet olarak sunuşunun, varlık ve zaman kategorilerine indirgenmesinin diğer tüm fenomenlerden daha zor oluşudur. Kitabı The Fire within the Eye (1997)’ de, David Park’ın yorumuna göre insanoğlunun bilme çabasının tarihinde ışık, genellikle mutlak bir sapma, özgün bir varlık ve zamana indirgenemezlik gösterir. Şimdi Park’ın Antik Yunan’dan modern fiziğe dek uzanan ışık bilgisi tarihini takip ederek bu varsayımı açıklamaya devam edebiliriz.

Leucippus’tan Demokritos’a uzanan ve sonra Epiküros ve Lucretius’la devam eden atomist teori kelimeleri dinlerken sunulan geçici düzene sahip ses atomlarının aksine, (görsel) atomların görmeyi nasıl sağladığını açıklamakta sorunlarla karşılaştı. Açıklama arayışında, atomist teori ilk formülasyonlarından bu yana (Eski Yunancada ta stoikeia şeylerin hem kendileri hem de alfabenin harfleridir) (cf. A. Ponzio 1987) kelimelerin dilbilimsel ses ya da harflerin dağılımı yoluyla oluşumunu, şeyler ve fenomenlerin basit parçacıklardan oluşumuyla sürekli kıyasladı.

Bu noktada bir sorunla karşılaşıldı: Görmede dikkatimizi çeken ve böylece ona neden olan atomların akışında olan şey kelimeleri duyduğumuzda olduğu gibi geçici bir düzende bize sunulmaz. Bir şeye baktığımızda onu bütünlüğünde, eşzamanlılığında görürüz, daha sonra farklı şekilde görünebilecek olsa bile. Sonuç olarak göze ulaşan ve zihnimizde temsil edilen imge onu sesten farklı kılan özelliklere sahiptir.

Leucippus, “ışığın etkisi altında maddenin ince zarı nesnenin yüzeyinden ayrılır ve aynı zamanda parçacıkları muazzam bir hızda hareket ederek göze ulaşır” şeklinde bir açıklama girişiminde bulundu. Bu, görüşün eşzamanlılık ve sürekliliğini güvenceye alır. Işığın etkileriyle nesnenin imgesini gözde yeniden üreten bu ince madde zarları yüzyıllardır değişik isimlerle tanımlandı: hayal (eidolon), simulakra (simulacra), tür (species).

Görmede eşzamanlılık kavramı, görmenin gözlerden gelen ışık huzmesine bağımlı olduğunu ifade eden Tolomeus tarafından Optics kitabında desteklenen farklı bir teoride de kullanıldı.

Oklid sonraki açıklamayı tercih eder ve Ottica’da görülenin hiçliğinin aynı zamanda görüldüğüne dair teoremini biçimlendirir. Ve eğer aynı sayıdaki görsel ışık huzmesi tarafından bölünen bir parçanın dört noktasının oluşturduğu iz eşzamanlı olarak görülebiliyorsa; bu gözlerimiz hızlı hareket ettiği içindir.

Eşzamanlılık, mevcudiyette tutmanın, bilinci bilmeyle temsil etmenin, nesneyi ötekiliğin kalıntıları olmadan kontrol altında tutmanın, temsiliyetin indirgenemez kayıp bölümlerinin, bilinçliliğin eşzamanlılığının temel koşuludur. Buna rağmen, eşzamanlılık gözden de gelse, nesnenin yüzeyinden sökülen ve onunla ilgili bilgi veren ışık huzmeleri de olsa nesnel ya da cismi bir nitelik değildir.

Diğer taraftan, görsel ışık huzmesinin yönü düşünüldüğünde, gözlerden yüzeye ya da tam tersi bir durumda (Eski Yunan düşüncesinde olduğu gibi; İsa’dan sonra birinci yüzyılda iki Arap filozof Alkindi [al- Kindi] ve Alhazen [al- Haytham] tarafından öne sürülen karşıt görüşlerde belirtildiği gibi) ışık, sıfıra eşit olduğunu varsaymak zorunda olduğumuz zamanda hareket eder ve böylece görünecek olan ve görünen arasındaki bir eşzamanlılığın garantisini elde etmiş olur.

Oklid teorisinin belirttiği gibi, eşzamanlılık öznel bir gerçekliktir; gözleyen tarafından sarf edilen çaba, belirtmeliyiz ki, şimdilikte tutmak, kontrol altında tutmak, yokluğu, varlığa neden olacak başkalığı yok etmek, kimliğe indirgemektir. Işığa atıfta bulunarak, toplama ve başkalığın nesnelleştirilmesi arasındaki karşıtlık bir paradoks şeklinde ifade edilir: ışık bilginin ilk koşuludur. Ve günümüze dek uzanan ışık teorileri bu paradokstan uzak durmaya, onu asgariye indirgemeye ya da basitçe şu şekilde kabul etmeye çalışmışlardır: Biz varlık, zaman ve başkalık arasındaki ilişkinin paradoksundan bahsediyoruz.

Optik üzerine olan De aspectibus kitabında, Latinceye 1200’lü yıllarda çevrilmiştir, Alkindi ışık ve görme arasındaki ilişkiyi zaten analiz etmişti: Biz yalnızca parlayan nesneleri görebiliriz, kendi ışıkları sayesinde de olsa, bir ışık kaynağı tarafından aydınlatılmış da olsalar; bu saydamlık havanın bir niteliği değil ama her noktasının aydınlatılmış olmasının, dolayısıyla yeni bir ışık kaynağı olmasının bir sonucudur. Gördüğümüz şeyin saf görsel olmadığı yani saf duyum ile algılanmadığı gerçeğinin altını çizer. Bu, görüş ve var oluştan çıkarılarak, sorgulamak ve anımsamak yardımı ile telafi edilen, görüşe atfedilenin tamamlayıcı bir bütününü uygulayan dolaylı işlemlerin sonucudur ve böylece, böylesi bir bütünleme her zaman çürütme ve düzeltmeye yatkın, varsayımsal ve muhtemel olacaktır.

‘Işık’ ve ‘varlık’ arasındaki zor ilişki, ışığın ‘töz (substance) mü yoksa ‘ilinek’ mi olduğunu, yani Aristoteles terimleriyle, maddi bir töz mü ya da maddenin kanıtlanması mı olduğu gibi “garip bir fenomeni”i doğrudan ya da dolaylı olarak tartışan çalışma geleneğinin tümünden doğar. Bu tartışma modern bilimde hâlâ devam eder: ve modern fizikçiler teorilerinde ışığı bir ilinek (accidens) olarak kabul edip sanki tözmüş (substantia) gibi bahsettiklerinde bir paradoksa neden olurlar. Aristotelesçiler ışığın bir form olduğu ve töz olmadığı, böylece biçimi içeren atomistlerin eidola’sından farklı olan, tür (species) olarak adlandırdıkları kendi imgelerini yarattığını belirttiler.

Işığın töz mü yoksa form mu olduğu sorunu, hızla tariflenen zaman kavramıyla ilişkilidir: Thomas Acquinas tarafından öne sürülen kanıtlardan biri ışığın görünüşte sonsuz hızla hareket ettiği ama tözlerin bunu yapamayacağı için bir form olduğudur.

İncil’e ilişkin yaradılış öyküsü de bir sorun içerir. Bu yalnızca Thomas A. Sebeok’un ışıktan yalnızca algı organlarımız dahilinde söz edebiliriz ve yaradılışın başında algı organları var değildiler, Tanrı “Işık olsun” değil, “Fotonlar olsun” demiştir şeklinde belirttiği gibi basit bir terminolojik sorun değil fakat aynı zamanda Genesis’teki İncil’e ilişkin öykünün muğlak bir şekilde doğruladığı gibi ışığın ilk yaratılan mı olduğu üzerine ontolojik bir düzen sorunudur. St. Augustine bu mesele üzerine düşünür ve ışığın orijinal varlıkla çakıştığını ve hiçlikten sonra geldiğini ileri sürerek yalnızca ışık hakkında karanlığın ön-varoluşu değil, aynı zamanda sesin, ışığın sesinin ön varoluşu yani ışığın, dilsel seslerin zaman sıralamasının bitiminde ortaya çıktığı iddiasını da çürütmüş olur. Böylece, ışığın yaradılışının tamamlanan ikinci şey olmadığını açıklamak için, “ışık yaratılsın”ın “seslemlerine (syllables) bölünmeden” ifadesiyle birlikte buyrulduğunu ifade etmek zorunda kalır. Önce ışık, sonra varlık ve zaman. Zaman, kaos ve biçimden sonra gelir, başka bir deyişle, henüz varlık olarak tanımlanmamış ve zamanda konumlanmamış olandan sonra.

Zamanın ışık denilen garip “şey”le ilgisine dair sorun, Dioptrics ve The World’de ışığın hızından bahseden Descartes tarafından yeniden ele alınmıştır. Analojiyi muhakeme ederek ve güneş ışınlarının ay tutulması sırasındaki hareketlerini hesaba katarak Descartes şu sonuca varır: Işık yeryüzüne ulaşırken geçen zaman temelde sıfıra eşittir ya da onun söylediği gibi güneş ışığı yeryüzüne “bir anda” ulaşır.

Descartes ve hatta Johann Kepler ile çelişerek, Danimarkalı Ole Römer ve Alman Christian Huygens güneş ışığı hızının ölçülebileceğini, bir sayıyla ifade edilebileceğini belirtirler: Güneş ışığı yeryüzüne 11 dakikada ulaşır (der ilki) ve saniyede 232 kilometre yol kat eder (modern değerler için bknz. kızılötesi)

Isaac Newton ışık parçacıklarının hızı konusunda kendini sorgular ve olağan cismi bedenlerin aksine hepsinin aynı hızda hareket ettikleri, böylece gökcisimlerinden gelen ışığın hepimize aynı zamanda ulaştığı sonucuna varır. Işığın bu özelliği onu diğer tüm maddelerden ayırır, Newton’un teorisiyle çelişerek doğanın tüm dünyası aynı kanunlara uyar.

Bir şeyin varlığını tanımlamakta esas olan “Nedir?” sorusu, ışık sözkonusu olduğunda, onu kötü kurulmuş yanlış bir soruya dönüştüren sorunlarla karşılaşır. Kartezyenler ve Newton’culardan nicelikçi fizikçilere kadar uzanan tartışmanın bütünü ışığın bir dalga mı yoksa parçacıklar akımı mı olduğu sorunu çerçevesinde dönmekte ve şu kaçınılmaz ifadeyle sonlanmaktadır: bir şey olmanın varlığını belirleyen akıl yürütme, bu bir şeyin böyle olduğunu ya da ışıkla ilişkisinin olmadığını ortaya koyar.

Newton araştırmalarının çoğunu yalnızca ışığa adamadı, aynı zamanda ışık üzerine yaptığı çalışmayı canlılar dünyası ve cansızlar dünyası arasında bağlantı arayışı için bir faktör olarak kullandı. Işık, olağan cismi bedenlerden farklı olan dinamiklerle tanımlanan “özel bir töz”dür, ışık da maddenin genel niteliğine dahil edilse bile. Son temel düşünceyi esas alarak, yani doğanın homojenliğinin zarar gördüğü prensibini, ışığın parçacıklardan oluştuğunu ileri sürdü.

Bununla birlikte, ışığın aslında ne olduğuna dair doğrudan sorudan kaçınsa da, Newton aynı zamanda ışıkla ilgili temel sorulara titreşimler ve dalgalara dayanarak somut yanıtlar verme girişimleriyle bunu yorumlamaya çalıştı. Bu şekilde Huygens, Hooke, ışığın dalga hareketinin bir şekli olduğuna inanan Euler’in görüşlerine yaklaştı ve ışığın dalga olduğu düşüncesini reddeden Kartezyenciler ve Newton’cular ile arasına mesafe koydu.

19. yy.ın başında, Thomas Young sesin havada bir dalga olduğu gibi ışığın da gökyüzünde bir dalga olduğunu belirtti ve bu teoriyi desteklemek için deneyler yaptı.

Parçacıkların yayılması teorisine karşı çıkarak ışığın dalga kuramını savunan kişi; ışık dalgalarının ses dalgalarına kıyasla sergilediği farklı davranışı açıklama sorunuyla karşılaşır.

Augustin J. Fresnel boylamsal (longitudinal) ses dalgasının tersine ışık dalgasının enlemsel (transversal) olduğunu belirtti. Buna rağmen, dalga teorisi ışığın yayıldığı “araçlar” ile ilgili başka bir engelle karşılaşarak, yeniden geçici bir sorunu işaret etti.

Güneş ışığı enerjisinin bize ulaşması için gereken süre 8 saniyedir. Parçacıkların yayılması teorisine göre, parçacıklar tarafından 8 dakika içinde taşınıyorsa ve ışığın bir dalga olduğu düşünülürse geçiş sırasında ışığın enerjisi aslında nerede konumlanır? Eğer ışık bir dalgaysa, hareket sırasında mutlaka bir araç olmalıdır.

Başka sorunlar yaratan bir açıklama olan “eter”e başvurulursa: Newton’un fizik yasalarını görmezden gelerek, hiçbir kuvvet uygulamamalıdır. Bugün neredeyse herkes eterin var olduğunu kabul eder ama tüm doğal fenomenleri kanunların aynı kodu altında birleştirmenin mümkünatı konusundaki sorunun varlığı devam eder. Eter hipotezi maddenin atomist kavramsallaştırılmasına göre her atomun çevresini saran “kuvvet atmosferi”nin belirsiz tasarımında yeniden belirir. Micahel Faraday -bir mıknatıs çubuğun üzerindeki bir parça kağıdın üzerine yayılan demir talaşlarının görünür kıldığı- “kuvvet atmosferi” ya da “alanı” cismi bir töz değildir ama kuvvet hatlarından oluşur sonucuna varır.

Kendi ışığın elektromanyetik teorisine dayanarak, James C. Maxwell ışık dalgalarını, elektrik ve manyetizmayı bir araya getirmesiyle tanımlayan ve eter’le ilgili varsayımlarda bulunmayan bir matematiksel formül arayışındaydı (ki hâlâ doğruluğu kabul edilir).

Fakat eğer kuvvet uygulanmış olsaydı enlemsel dalgaların yayılmasına destek olan, şimdi gezegenlerin helezon oluşturmalarına değil dönüşlerine olanak sağlayan etereal sıvı ile ilgili sorunlar cevapsız kalacaktı. Hertz fiziki bilimlerdeki en önemli sorunun eter sorunu olduğunu belirtti: gözlemlenemezliği sorununun yanı sıra, eterin teorik şartlarda önemsiz bir akışkan ve esnek bir katı olması gerektiği paradoksuyla karşılaşıldı.

Bir taraftan, buna rağmen biz ışığın yayıldığı “araçlar” ile ilgileniyoruz; ilginç olan nokta şu ki Foucault’nun ışığın hızının saniyede 298.000 km (şimdiki değer ortalama 300 000 km’dir) olduğunu hesaplamadan önce, dalga teorisi ve parçacıkların yayılma teorisi ışık bir noktadan diğerine hareket ederken geçen zamanı karşıt terimlerle açıklıyorlardı. Kartezyenler ve Newtoncular için zamanın mümkün olduğunca kısa olması uygunken (Descartes “bir anda” demişti) aslında Huygens, Pierre de Fermat ve diğer dalga teorisyenleri için ışığın yavaş hareket etmesi daha elverişliydi.

Dahası, ışık hızı için zamana başvurmak onlar için kaçınılmazdı. Hatta eter varsayımı ile ilgili olarak girişimölçeri ile birlikte Albert A. Michelson ve Edward Morley tarafından yapılan deneyler için bile. Bu deneyler, eğer ışık bir dalga ise dalgalanan cismi bir tözün, evreni işgal eden eterin olması gerektiği varsayımından yola çıkılarak yapılıyordu. Buna rağmen, Michelson ve Morley’in deneyleri eterde hiçbir harekete yol açamadı; böylece var olmadığından kuşkulanmaya başladılar.

Science and Hypothesis’de (1905) ve “Zamanın Ölçüsü”nde, “The Value of Science”ın bir bölümünde, Jules-Henri Poincaré fiziki bilimin zaman, eter kavramları ve Michelson ve Morley’in ışık deneylerini takip eden akımda kendini bulduğu çıkmaz(empasse)dan söz eder. Eterin varlığını, hareketleri kaydedilemese bile kabul etmemek çok zordur. Poincaré, hareketin göreceli olduğunu ve yalnızca başka bir şeyle ilişkisi dahilinde kaydedilebileceğini gözlemler (ve bu kolaylıkla deneyimlenen bir şeydir). Bunun zaman kavramı ve eşzamanlılık ve dizi (succession) ile ilgili sonuçları vardır.

Albert Einstein’ın araştırması bilimin o zamanki durumunun karşılaştığı ve özellikle ışığı ilgilendiren paradokslarla başlar. Gözlemlerine göre, bir ışık dalgası, yanında onunla aynı hızda koşan bir insan için sabittir.

Maxwell’in ışık hızı teorisiyle devam ederek ve göreliliğin temel prensibine dayanarak, kaynağın hareketiyle ya da gözlemleyenin hareketiyle ilgili konuşmanın anlamsız olduğunu reddetti.

Maxwell’in teorisiyle uyumlu bir şekilde, ışık hızı gözlemleyenden bağımsız evrensel bir sayı değeridir. Kesinlikle hiçbir şey ışık hızından daha hızlı hareket edemez.

Einstein, “normal” cisimlere kıyasla “garip” olan ışık dinamikleri sorununu, “kütle” ve “enerji”nin aynı şeyin (E=mc2) farklı isimleri olduğu yeni bir dinamik formüle ederek çözer; dahası, kütle ve nesnenin boyutları kesin değildir ve hareketin durumuna göre değişir.

Eter söz konusu olduğunda, Einstein desteklenemeyen ve pek çok sorunu içeren tamamen boş bir alan fikri için varlığı kabul edilse bile, kendisiyle tanımlanmış mekanik bir kavramsallaştırmadan ayrılınması gerektiğini belirtti.

1905’te yazılmış ışığın öznesi üzerine bir makalede ışığın yaradılış ve dönüşümününün buluşsal bir bakış açısını konu alan Einstein, maddeler tarafından herhangi bir dalga uzunluğunda ve herhangi bir sıcaklıkta yayılan radyasyonu ve deste ya da quanta cinsinden niteliksel enerjiyi konu alan Max Planck’ın formülünü ele aldı. Işığın frekansı arttıkça, başka bir deyişle, dalga boyu kısaldıkça daha büyük quanta enerjisi (son derece kısa dalga boyları, vücudun içerisinden geçebilmelerine olanak sağlayan enerjileri olan X-ışınları) açığa çıkar. Dahası, maddenin temel doğasının mekanik olduğunu dikkate alarak Einstein ışığın da atomik olarak düşünülmesi gerektiğini belirtti; böylece ışığın dalga olduğunu öne süren Young ile başlayan deneylerin aksine parçacıkların yayılması (emission of particles) teorisini tekrar kurdu.

Einstein’ın temel iddiası bazı esas özelliklerinin parçacık teorisiyle dalga teorisinden daha iyi açıklanabileceği ve deneylerde algıladığımız ışık dalgalarının yalnızca kabataslak nitelikler, yüksek miktarda quantanın ortalama değeri olabileceği idi.

Daha sonraki (1923) Arthur Compton’un X-ışınları ile yaptığı deneyleri, Maxwell’in teorisinin basit bir parçacık hesabıyla yer değiştimesi gerektiğini gösterdi. Parçacık teorisi sonunda deneysel bir gerekçelemeye kavuştu (cf. Park 1997: 316).

Işık quantası tüm diğer parçacıklara benzerdir görüşü zamanla ortaya çıktı ve proton ve elektronların tanımlarına benzerliği dolayısıyla foton olarak adlandırıldılar.

Buna rağmen, ışığın bazen dalga bazen de parçacık gibi davrandığı gerçeği var olmaya devam etti. Louis De Broglie bu garip davranışın yalnızca ışığa özgü olmadığını gösterdi. Dalga parçacık ikiliği aynı zamanda elektronların da bir özelliğiydi (cf. Park 1997: 316).

Bir kez daha tüm fiziki gerçekliği “aydınlatan” ışık oldu. Yalnızca elektronlar değil aynı zamanda diğer parçacıklar ve atomlar da dalga parçacıkları olarak sunuldular. Işığı atomik olan diğer maddelerin temel doğasına uygun olarak yorumlamak yerine, Newton ve Einstein’ın da belirttiği gibi, şimdi tüm fiziki dünya kendini dalga-parçacık “ikiliği”ne uygun olarak sergiliyor.

1920’lerin ortalarına doğru, tüm evren için varlık hakkında konuşmak ve bilişsel uygulamada esas görünen “Bu nedir?” sorusuna cevap vermenin zor olduğu bir zamanda ‘kuantum mekaniği’ yerleşti. Eğer varlık olağan dilde ifade ediliyorsa, bu ötekine uygun olarak ve öteki temelinde tanımlandığı içindir. Kuantum mekaniği tarafından ortaya koyulan yeni gerçeklik, Werner Heisenberg’in gözlemlediği gibi “ikilik”e dayanarak, imgeler ve benzerlikleri kullanarak ya da Niehls Bohr’un terminolojisine göre “tamamlayıcılık”a dayanarak, mecburiyet kapsamına değin dilden kaçar.

Belli durumlarda ne olduğunu bir deney harfiyen gösterebilir ve bir matematiksel kuram olasılıktan mutlaklık elde ederek, belli bir durumda ne olacağını kesin olarak tahmin edebilir, fakat olağan dilin ontolojiye sözsüz ve kendiliğinden sadakati dahilinde yaptığı gibi “varlık”a dayanarak ne olacağından bahsetmek mümkün değildir.

Kuantum fiziği tarafından başlatılan ve ışıkla ilgilenenler tarafından (hatta deneyleriyle: ışığın dalgalar olduğunu söyleyen Young ve parçacıklar olduğunu söyleyen Compton) klasik fiziğin göz ucuna yerleştirilen durumda, varlıkın beraberinde, olağan dilin ontolojisinde var olan zaman kavramı da krize dahil edildi.

Eğer belli durumlarda dalgalarla ve belli durumlarda parçacıklarla ilişikli olursak, eşzamanlı olarak onlarla bir şey yapamayacağımız gibi eşzamanlı olarak dalga mı parçacık mı olduğunu sorguladığımız deneyler yürütemeyiz. Aynı bakış açısından hem parçacıkları, hem dalgaları göremeyiz. Deneyin durumuna göre parçacıklar ya da dalgalar vardır: dalgaların varlığını kanıtlamaya çalışan bir deneyde dalgalar; parçacıkların varlığını kanıtlamaya çalışan bir deneyde parçacıklar vardır. Bohr bu durumu tamamlayıcılık (complementarity) olarak tanımladı.

Bugünlerde kuantum fiziği uygulamaları ve ışık duyarlılığıyla ilişkili olarak farklılaşan X-ışınları kullanımını konu alan buyruğumuz olağanüstüdür –büyücü çırağına benzeyenler olsa bile: örneğin ileri gelişmenin CAT (Computerized Axial Tomography) ile sunulduğu tıptaki ameliyat uygulamalarında kullanılan lazer ışınlarının üretimi ve süpermarketler, CDlerdeki barkot okuyucuları.

Böylesi buyrukların aksine, çağdaş fizik kendi nesnesine hükmedebileceğini düşünen Batı düşüncesinin bilişsel öznesi tarafından geleneksel olarak kullanılan kategorilerden: kimliğe, varlığa, bütünlüğe, çağdaşlığa, temsiliyetin senkronizasyonundaki artzamanlılığa ait kategorilerden arındırılmalıdır.

Bu kategorilere karşı uzlaşmaz kalarak; ışık, evrenin matematiksel olarak anlaşılabilecek yeni bir yüzüne bakış göz atmıştır (Kuantum fiziğinde olduğu gibi ve ışık söz konusu olduğunda, alanların kuantum teorisi olarak bilinen bir matematik disiplini tarafından). Bu yeni yüz ontoloji dili hakkında indirgenemez bir ötekiliği ifade eder: böyle olmak hakkında ya da bundan başka şekilde olmak hakkında; bu bizi varlıktan başka olmak durumuna yerleştirir.

Bu bilişsel bir düzlemdedir.

Fakat bu bilginin teknolojik uygulamaları, şimdi en azından yeryüzü gezegeninin bütünlüğünde hayatı ilgilendiren ahlaki düzen sorunlarıyla, rollerle, kimliklerle, imzalanan anlaşmalarla sınırlı olmayan sorumluluk sorunlarıyla daha fazla karşı karşıya bırakır.

Kimlik ve ontoloji diliyle kıyaslandığında, ışığın ötekiliği benimsendiğinde, büyük zorlukla da olsa, soru ikinci tür sorunun (bertaraf edilemezliğin daha fazla benimsenemez olması) varlıktan başka olmak durumuna dayanarak karşılaşılabilirliğine dönüşür.

Bu, görünen gerçekliğe, çağdaşlığa, aynı olanın korunması ve yeniden üretimine, kişinin genellikle kendinin ya da ötekilerin ötekiliğini kurban ederek elde ettiği; ötekinin zamanını yanlış anlayarak, ötekinin olduğu zaman kendi özerk kendiliğinde öteki olan, bilincin senkronizasyonuna indirgenemez olan kimlik haklarına başvurmamak ve kendini bırakmamak demektir.

İnsanların ışık tarafından yönetilmeye izin verip vermeyecekleri ve doğanın tüm bilgi tarihini reddeden başka bir sorunu daha iyi anlamak için verdiği ders: yani ötekiliği benimsemenin önemi görülmeye değerdir.

Işık der ki:

…Benim yalnızca parlaklığım var insanoğlunun anlamadığı… Fakat onu hayatının sonuna dek izliyorum.. Yayılan her ay ışığında sizinle konuştuğumu unutmayın, parıldayan her yıldızda, doğan her güneşte, yanan her lambada ve ruhunuzun her iyi ve parlak fikrinde… (Maeterlinck 1911 [1909], İng. çeviri.:265)

Kaynakça:
Alkindi (al-Kindi) (1912). De aspectibus. A. A. BjoÈ rnbo ve S. Vogi içinde (eds.). Alkindi,
Tidaeus und Pseudo-Euclid. Drei optische Werke. Abhandlungen zur Geschichte der
mathematischen Wissenschaften 26.3, 3-41.
Aristotle (1995). Fisica, Del Cielo, Metafisica. In Opere, vols. III and VI. Bari: Laterza.
[Bütün Eserleri, 2 cilt, J. Barnes. Princeton editörlüğünde, NJ: Princeton University Press, 1983].
Aquinas, Thomas (1997 [1269]). Summa theologica. Genoa: Marietti. [Summa Theologica,
Latince ve İngilizce, 56 cilt. London: Blackfriars.]
Augustine of Hippo (1948). The Writings of Saint Augustine (St. Augustine Metinleri), 3 vols.
New York: Cima.
Becquer, Gustavo Adolfo (1997). Rimas y Leyendas. Ciudad Real: Perea Ediciones.
Bohr, Niels (1961). Teoria dell'atomo e conoscenza umana. Turin: Boringhieri.
Descartes, Rene (1957). Il mondo, ovvero trattato della luce. Turin: Boringhieri.
_____(1964-1974). Ouvres, C. Adam and C. Tannery (eds.), 11 cilt. Paris: Vrin.
_____(1988 [1966]). Opere scientifiche, 2 cilt. Turin: UTET.
Einstein, Albert (1988). Opere scelte. Turin: Bollati Boringhieri.
Euclid (1945). The optics of Euclid (Euclid Optiği), çeviren: H. E. Burton. Journal of the
Optical Society of America 35, 357-372.
Euler, Leonard (1911). Opera omnia, F. Rudio editörlüğünde. Leipzig: Teubner.
Faraday, Michael (1839-1855). Experimental Researches in Electricity (Elektik Üzerine
Deneysel Araştırmalar), 3 cilt. London: Taylor and Francis.
Foucault, Léon (1850). Méthode générale pour mesurer la vitesse de la lumiere dans
l'air et les milieux transparaents. Comptes rendus de l'Académie des Sciences 30,
551-560.
Fresnel, Augustin J. (1819). Mémoire sur la diffraction de la lumiere. Memories de
l'Academie des Sciences 5 [1821-1822, 1826’da basıldı], 339-475; ve êuvres I, 247- 363.
Heidegger, Martin (1949). Sein und Zeit. Tubingen: Neomarius Verlag. [Pietro
Chiodi tarafından İtalyanca’ya Essere e tempo ismiyle çevrildi. Turin: UTET, 1980.]
_____ (1980). La fine della filosofia e il compito del pensiero. Tempo e essere içinde, E.
Mazzarella (ed.), 71-95. Naples: Guida Editori.
Heisenberg, Werner (1971). Physics and Beyond (Fizik ve Ötesi) İngilizce’ye A. J. Pomerans
tarafından çevrildi. New York: Harper and Row.
Huygens, Christiaan (1690). Traite de la lumiere. Leiden: Vander Aa. [S. P. Thompson
tarafından İngilizce’ye Treatise on Light (Işık Üzerine Bilimsel İnceleme) ismiyle çevrildi. London: Macmillan, 1912. Yeniden basım, New York: Dover, 1962.]
Levinas, Emmanuel (1961). Totalite et infini (Bütünlük ve Sonsuzluk). The Hague: Martinus
Nijho.. [Italyanca çevirisi: Adriano Dell'Asta. Totalita e infinito. Milano: Jaca Book, 1977. İngilizce’ye Alphonso Lingis tarafından Totality and Infinity ismiyle çevrildi. Dordrecht: Kluwer Academic Press, 1991.]
_____ (1975). Exercises sur `La folie du jour'. In Sur Maurice Blanchot, 53-74. Montpellier:
Fata Morgana. [Italyanca’ya A. Ponzio tarafından Esercizi sulla `Follia del giorno' ismiyle çevrildi. Su Blanchot içinde, 81-98. Bari: Palomar, 1994.]
_____ (1993). Dieu, la Mort et le Temps. Paris: Grasset. [Italyanca’ya S. Petrosino and M.
Odorici tarafından Dio, la morte ed il tempo ismiyle çevrildi. Milan: Jaca Book, 1993.]
_____ (1999). Filosofia del linguaggio, Julia Ponzio editörlüğünde. Bari: Graphis.
Lucretius, Titus Carus (1986). La natura. Milan: Rizzoli. [Latince Orijinali: De rerum natura,
Alfred Ernout editörlüğünde. Paris: Le Belles Lettres, 1948.]
Maeterlinck, Maurice (1911). The Blue Bird. A Fairy Play in Six Acts (Mavi Kuş. Altı Eylem
Üzerine Bir Masal), İngilizce’ye çeviren: A. T. de Mattos. London: Methuen. [Fransızca orijinali: L'oiseau bleu. Paris: Editions Fasguelle, 1909. Italyanca çevirisi: L'uccellino azzurro. Turin: UTET, 1979.]
Maxwell, James C. (1873). A Treatise on Electricity and Magnetism
(Elektrik ve Manyetizma Üzerine Bilimsel Bir İnceleme), 2 cilt. Oxford: Clarendon Press.
Michelson, Albert A. and Morley, Erwin W. (1887). On the relative motion
of the Earth and the luminiferous ether (Yeryüzünün ve Işık Yayan Eter’in Göreceli Hareketi Üzerine). American Journal of Science 3 (34), 333-345.
Newton, Isaac (1704). Opticks (Optik). London: Smith and Walford. [Italyanca
çevirisi: Ottica. Turin: UTET, 1978.]
Park, David (1997). The Fire Within the Eye. A Historical Essay on the
Nature and Meaning of Light (Gözün İçindeki Işık. Işığın Doğası ve Anlamı Üzerine Tarihsel bir Deneme). Princeton, NJ: Princeton University Press. [İtalyanca çevirisi: Natura e significato della luce. Milan: McGraw-Hill, 1998.]
Plato (1961). Collected Dialogues (Derlenmiş Diyaloglar), E. Hamilton ve H. Cairns
editörlüğünde. Princeton, NJ: Princeton University Press.
____(1967). Platonis Opera. Oxford: Oxford Classical Text. [İtalyanca Çevirisi:
Dialoghi filosofici. Turin: UTET, 1981.]
Poincare, Jules-Henri (1967). Spazio e tempo. Turin: UTET.
____ (1905). Science and Hypothesis (Bilim ve Hipotez), İngilizce’den çeviren:
G. B. Halsted. London: Scott. [Yeniden basım, New York: Dover, 1952.]
____ (1907). The Value of Science (Bilimin Değeri), İngilizce’den çeviren: G. B.
Halsted. New York: Science Press.[Yeniden basım, New York: Dover, 1958.]
Ponzio, Augusto (1975). Dialettica e verita. Bari: Dedalo.
___(ed.) (1987). Ta stoikeia. La scrittura degli elementi. Bari: Edizioni
dal Sud.
___(l994). (Patrizia Calefato ve Susan Petrilli ile). Fondamenti di
filosofia del linguaggio.Bari: Laterza. [Bari: Lateiza, 199
Ponzio, Julia (1999). L'oggettivita del tempo. La questione della
temporalita in Husserl e Heidegger. Bari: Edizioni dal Sud.
____(2000). Il presente sospeso. Alterita e appropriazione in
Heidegger e Levinas. Bari: Cacucci.
Römer, Ole (1676). Demonstration touchant le mouvement de la lumiere.
Journal des savants, 233-236. [İngilizce çevirisi Philosophical Transactions of the Royal Society of London 12, 893-894, 1677 içinde]
Sebeok, Thomas A. (1997). The evolution of semiosis (Gösterme
Eyleminin Evrimi) In Semiotics. A Handbook on the Sign-Theoretic Foundations of Nature and Culture, cilt 1, Roland Posner, Klaus Robering, and Thomas A. Sebeok (eds.), 436-446. Berlin: Walter de Gruyter.
Young, Thomas (1802). On the theory of light and colours (Işık ve Renkler
Teorisi Üzerine). Philosophical Transactions of the Royal Society 20, 12-48.


İngilizcesinden Çeviren: Yeşim Keskin

Kaynak: Semiotica, Uluslararası Göstergebilim Çalışmaları Dergisi No: 136

Not: Bu yazı, Monokl'un 2007 Temmuz'unda çıkan 3. sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılmaması rica olunur...

No comments: