8.12.08
KURTLARLA DANS ya da BİZİM ÇIKMAZIN NELLIGAN’I / Seda Cebeci / Sayı 3
KURTLARLA DANS ya da BİZİM ÇIKMAZIN NELLIGAN’I
İçimizden biri, terkedilmiş arka sokaklarda, ayağa dikilmeye çalıştığında bir kurda, çömelmeye davrandığında ise bir insana daha çok benzeyen bir gölgenin ulumayla haykırma arası sesler çıkararak duvar boyunca ilerlediğini görmüştü. Siz ya da ben değildik o şeyi gören, çünkü eğer biz olsaydık büyük olasılıkla ya kafamızı çevirir hızla uzaklaşırdık oradan ya da bir delinin boynuna bağladığımız renkli paket iplerinin bir ucundan tutarak onu sokak sokak dolaştırdığımız çocukluk günlerimize ait zalimliğimiz depreşir, bu seyirlik şeyin üzerine cep telefonlarımızın tepe ışığını doğrulturduk. Ama O, ne kaçtı ne de acımasızca eğlendi onunla. Yanına yaklaştı. Daha doğrusu gölgesine. Çünkü bu şey, kendini bir sokağın çıkmazı ile hayatın çıkmazları arasında duran bir apartmanın boşluğunda gizlemekteydi. Yine çünkü, o şey biliyordu ki, insan postu altına gizledikleri hayvanın gerçek adını artık neredeyse hiç anmamalarına rağmen, insan doğadaki en yırtıcı türdür. Kendi içlerindeki bu paleolitik hayvanla değil yüzleşmeye onun bir an için gözlerinin önünden geçip gitmesini izlemeye bile tahammülleri yoktur ve işte bu yüzden şey’in gizlenecek bir apartman boşluğuna ihtiyacı vardır. Ama O bunların hiçbirine aldırmıyordu. Uluma ile haykırma arası seslerin geldiği apartman boşluğuna değil de duvardaki gölgeye doğru konuşarak kendini tanıttı:
“- Ben Emilè.”
Aynı anda, şey’in belleğinde bir televizyon görüntüsü canlandı. Televizyon ekranın içine bir sinema salonu kurulmuştu. Genç bir kız ile genç bir oğlan, rahat koltuklarında son derece rahatsız, yan yana oturmaktaydı. Birkaç koltuk ötelerinde de üzerinde tavşan kostümü olan bir adam. Oğlan, ara sıra gözlerini huzursuzca izlemekte olduğu filmden kaçırıyor ve tavşan-adama bakıyordu. Sonunda aralarında şu konuşma geçti:
“- Neden o aptal tavşan kostümünü giyiyorsun?
- Neden o aptal insan kostümünü giyiyorsun?”
Şey, hırlamaya bir son verip O’na sordu:
“- Neden o aptal Emilè kostümünü giyiyorsun?”
Sentetik kumaşın üzerine plastik görünümlü çiçek desenleri işlenmiş gece kostümünü çekiştiren Emilè yanıtladı:
“- Suçun ertelenerek işlenecek oluşunun doğurduğu zaruri endişe hali icabı!”
Karşılıklı, kınını sıyırmakta olan iki hançerin görüntüsü, karanlık sokaktaki kırık aynanın fal taşı gibi açık sırrı üzerine düşüyor. Ani bir rüzgâr, kargacık burgacık yazıların bulunduğu çizgili yüzünün tersine tahin helvası sarıldığı için yağdan vıcık vıcık olmuş arabesk bir aşk mektubunu havaya savuruyor. Artık rüzgâra kapılmış yağlı bir kâğıttan başka bir anlamı olmayan eski arabesk aşk mektubu, gidip duvara mıhlanmış 70x100’lük siyah-beyaz afişin üzerine yapışıyor. Sadece bir an için tamamen açılan kâğıdın üzerindeki şu satırlar, sadece bir an için okunabiliyor:
“Altından yontulmuş şahane bir gulet
Sırrına erişilmez derin sularda süzülüyor
Bulutları gıdıklıyor direkleri
Yabanıl saçları, çıplak göğüsleri ile
Gururlu bir Aphrodite O.
Parlak güneşin kollarına doğru
Pruva yelken gidiyor.
Ama bir gece kayalara vuruyor kendini
Savruluyor, çalkalanıyor...
Sevinç çığlıkları atıyor Sirenler.
Küçücük bir delik deviriveriyor onu,
Körfez’in derinliklerindeki mezarına doğru çekerken
İğrenç bir enkaza çeviriyor onu...
Altından bir örümcek ağıyla işlenmişti sanki o
Bu işçiliğin altındaki hazinesiydi boğulan denizciler,
Nefret dolu, takıntılı, bezgin...
Bu korkunç alaboradan geriye nesi kaldı?
O gemiden mahrum kalmış kalbime ne yaraşır artık?
Altın rüyaların solduğu yerin ötesinde...”1
İnsan postu altına gizlenmiş hayvanın gerçek adını bilen adam ile hayvan gölgesi ardına gizlenmiş insanın gerçek adını unutmaya çalışan şey, tahta üzerinde kendi kendilerine yer değiştirebilen satranç taşları gibi ayrı yönlere, iki ayrı hamle yapıyor. Adam, evde uyur vaziyette bıraktığı anasını düşünüyor. Şey, gecelerdir uykusunu rahat bırakmayan Tanrı’nın adlarını düşünüyor. Adam, canı sadece Quebec’teki mermer sandukanın yarattığı sırt ağrılarından kurtulmak istediği için hançerini kınından çekmiş olduğunu biliyor, ama bunu söylemeye dili varmıyor. Şey, kanamakta olan yaralarına bir parça tuz basmak niyetiyle hançerini ne zaman kınından çekse, bunun evrende hemen bir karşı hareketi tetiklediğini biliyor, ama bunu söylemek için kullanabileceği dili ve sözcükleri hatırlayamıyor. Adam, esen rüzgârla birlikte sokağı bir fesleğen kokusunun kapladığını fark ediyor, bu koku ona büyüdüğü ve öldüğü yeri çağrıştırıyor. Şey, bu karanlık sokağın şimdiye kadar adımladığı diğer sokaklara nasıl da tıpatıp benzediğini fark ediyor, bu sokak ona yaşadığı ve muhtemelen içinde öleceği serap-kenti çağrıştırıyor.
Ve işte ikinci hamle! Bir şair düşünde, ay ışığının arka sokaklarda bir teneke kutudan kutsal kâse yarattığını görüyor. 2 Adam, zarureten endişeli. Şey, korkusuz ve bu durumu eğlenceli bulan kaçamak hislere sahip. Belki de ona göre bu hamleleri eğlenceli kılan şey, her ikisinin de birbirini doğrudan seçemiyor olmaları. Adam, şey’e dosdoğru bakmayı hiç denememiş, zaten şey bunu istemiş olsaydı, kendini içinde kamufle ettiği apartman boşluğundan çıkmak için bir girişimde bulunurdu. Ve adam gerçekten şey’i görmek istemiş olsaydı, şey’in duvara akseden gölgesi yerine gizlendiği apartman boşluğuna doğru yapardı hamlelerini. Demek ki kendini saklayan şey ile kendine sakladıklarını açık etmekten çekinen Emilè arasındaki bu oyun, her iki tarafın da açık rızası ile gerçekleşiyor. Oyun sürerken, kırık bir aynanın içindeki şehir, başka bir kırık aynayı karşısına alarak hüzünlü bir balad söylemeye başlıyor. Bir zamanlar, bu sokakta annelerin bebeklerin kulaklarına fısıldadıkları ninnilerin dilinde söylüyor şarkıyı: “Thelo na se do / Esto mia fora / Eftaiksa alla / To'ho metaniosei pikra / Thelo na se do / Esto ena lepto / Ftanei gia na po / Osa den tolmousa na sou po - Seni görmek istiyorum / Bir kere daha en azından / Suçluydum ama / Çok fena pişman olmuş durumdayım / Seni görmek istiyorum / Bir dakika daha en azından / Yeter de artar bile / Söylemeye cesaret edemediklerimi söylemek için.” Şarkı, her ikisinin de kulağına çalınıyor. Adam, zamanın başlangıcından bu yana, tüm şarkıların birer suça davet çağrısı olduğunu, bu şarkının da zamanın başlangıcında yazılmış olduğunu hayal ediyor. Şey, bunun telesekretere kaydedilebilecek kafa karıştırıcı bir evde yokuz mesajı olabileceğini hayal ediyor. Her ikisi de, kurdukları başka başka hayallerden uyandıklarında üçüncü hamlelerini de yapmış olduklarını fark ediyorlar. Artık, yüzleri iki zıt yöne çevrilmiş olsa da ayakta, sırt sırta durmaktalar.
Sükûnet, eğer derin bir sessizliği ifade etmek için yaratılmış bir sözcük ise, adam ile şey arasında sadece görüntüyü kurtaran, yapay bir sükûnet vardı. Sanki, biri konuşmayı başlatsın da diğeri hevesle son sözü söylesin diye bekliyorlardı. Her ikisi de aynı hevesi paylaştığından, işte öylece, çıt çıkarmadan bekliyorlardı. Öte yandan, yine her ikisi de, ilk sözü karşıdakinin söylediği bir konuşmada sarf edecekleri son söz ile pişti yapma ihtimali üzerine diyaloglar geçiriyorlardı akıllarından: “Ben bu hikayeyi biliyorum, savrulup duruyoruz.”, dediğini kuruyordu Emilè şey’in ve şöyle piştiliyordu bu sözü; “Öyle. Hayat bazen çatallaşıyor. Belli bir anda doğru geleni seçiyorsun, seçmek zorundasın. Çünkü iki yola birden gidemiyorsun.”. “Yalan söylememi ister misin son anda?” dediğini kuruyordu şey Emilè’in ve şöyle piştiliyordu bu sözü; “Tanrı affedicidir. Söyle hadi, ama son olsun.” Yani, her ikisi de birbirlerini kendi zihinlerinin hapishanesine mahkum etmişlerdi; ve bir anlamda da mahkum edilmişlerdi. Sanki, bu zihin hücrelerini birbirinden ayıran demir bir parmaklık vardı ve ikisi bu parmaklığın her iki tarafından aynı noktaya yaslanmış, sırt sırta vermişlerdi. Sanki, ellerinde tuttukları birer hançer değil, bu hücrelerinin anahtarlarıydı. Sanki, parmaklıkların arasından, her ikisini de özgürlüğe kavuşturacak anahtarı birbirlerine verebileceklerini fark etmemiş gibiydiler. Birbirlerini görmemek uğruna bu direnç niyeydi? Bu tavrın, insanların birbirlerini sevmemek, anlamamak, inanmamak, bağışlamamak uğruna gösterdikleri dirençle ne tür bir ilişkisi vardı?
Birbirlerini görmek istemiyorlardı; belki de göze görünür olanın kolayca unutulan olduğunu biliyorlardı; belki de görmenin anlamaya yetmediğini biliyorlardı ve üzerlerine giydikleri görünmezlik pelerinin içindeyken kendi kendilerini ters yüz edebiliyor, içlerindekini dışarı çıkarabiliyorlardı; belki de işitmenin duymamak olduğu gibi görmenin de bakmamak olduğunu biliyorlardı; belki de gördüklerini belleklerinde hoşnutsuz birer anı olarak ölene kadar taşımak yerine, görmediklerinin hayalini sonsuza kadar kurmak istiyorlardı.
İşte bu kararsızlık içinde, ağızlarından şu sözler döküldü; kim, neyi önce söyledi, hangisi, niçin böyle dedi kimse bilmiyor: “Bazen, hayatımızın rotasını zamanın akışına bırakmak ile hayatımızı içinde sürdüreceğimiz bir güzergâh belirlemeyi zamana bırakmak arasında hiçbir fark yokmuş gibi gelir. Oysa, irade ve teslimiyet arasında nasıl herhangi bir “ikizlik” durumu söz konusu değilse, bu ikisi arasında da böyle bir akrabalık durumundan söz edilemez. Hayatı plansızca yaşamak iyidir; ama kendi hayatımızı planlama becerisini edinmek daha iyidir. Zamanın nehirler gibi akıp gittiğini bilmek iyidir; ama zamanın en küçük, hareketsiz parçalarının varlığından haberdar olmak daha iyidir. “Başkaları öyle istiyor” adına yaşamak tembelliğin korkaklığa bürünmüş halidir; “hayatımın kontrolü bende değil”in arkasına saklanmak ise korkaklığın tembelliğe bürünmüş halidir. Var olan ya da olmayan başka yaşamlara değinen yazarların sözcüklerini okumak, kendimiz dışındaki yaşamları ve o apaçık ya da sözümona yaşamların algılanışını anlamak açısından iyidir; kendi yaşamımıza dair kurduğumuz tumturaklı ya da saçma sapan sözcüklerin anlamını yaşayarak öğrenmek ise binlerce cilde yeğdir.”
Karanlık sokakta pusuya yatmış şey’e kendini Emilè olarak tanıtan adam, bir Christmas akşamı Montreal’de doğan Emilè Nelligan’ın ta kendisi (24 Aralık 1879). Yaşamının büyük bir kısmı şiir yazarak, daha da büyük bir kısmı ise akıl hastanesinde, evvelce yazdığı şiirleri yeniden ve yeniden yazarak geçti. Fransızların hakkını yememek gerek belki, ama “Lanetli Şairler Kuşağı”nın belki de ilk ve en lanetli temsilcisiydi O. Her ne kadar eleştiri insanları O’nun Charles Baudelaire, Paul Verlaine, Georges Rodenbach, Maurice Rollinat ve Edgar Allan Poe’dan etkilendiğini iddia etseler de, ilk ve tek kitabını 16 yaşında eline alan bir şaire, bu “etkilenme” sözcüğü ile haksız edilmiş gibi görünüyor. Hele hele, günümüzde Fransızca yazan Kanadalı şairlerin en büyükleri arasında sayılıp, ismi Montreal’deki pek çok okula, kütüphaneye ve hatta otele verilmişken.
Nelligan’ın İrlanda göçmeni olan babası, bir posta müfettişiydi ve çoğunlukla evden uzak olurdu. Annesi ise, müziğe yatkınlığı olan bir kadındı ve Katolik mirasından gurur duyardı. Yazları, Quebeck’in kırsalı olan Cacouna Köyü’ne ve Avrupa’ya yaptığı çok kısa bir seyahatin dışında, Nelligan tüm hayatını Montreal’de geçirdi.
Nelligan’ın akademik kariyeri oldukça sönüktür. 1896 yılında, 17 yaşında iken Sainte-Marie Koleji’ne yazılmış, burada ortalama bir öğrencilik dönemi geçirmiştir. 1897 yılında, anne ve babasının isteği ile okulu bırakmış ve şiir yazmaya yoğunlaşmıştır. Şiirlerini serbest çağrışım yöntemiyle yazmış, herhangi bir şairden etkilenmemiştir.
1896 yılında, daha sonraları akıl hocası ve editörü olacak rahip Eugene Seers (Adını daha sonra Louis Dantin olarak değiştirmiştir) ve şiirlerini Montreal’deki bir edebiyat dergisinde yayımlamasına yardımcı olan Joseph Melançon ile tanışır. Nelligan’ın ilk şiiri “Rêve Fantasqu”, Emilè Kovar takma adı ile 13 Haziran 1896’da Le Samedi Dergisi’nde yayımlanır. Aynı yılın Aralık ayına gelindiğinde, Nelligan’ın sekizden fazla şiiri yerel gazete ve dergilerde yayınlanmıştır. Nelligan’ın şiirlerinde olağanüstü bir duyarlılık vardır. Kullandığı sözcükler son derece güçlüdür ve dilde adeta melankoli ve geçmişe özlem yüklü bir müzik yaratmıştır. 1897’de ilk kez şiirlerini kendi adıyla yayımlamaya başlar. Ancak soyadını "Nellighan" ya da "Nelighan" olarak değiştirmiştir.
1897’de, Kanadalı genç şair ve entelektüellerin oluşturduğu École Littéraire de Montréal’in düzenlediği haftalık toplantılara katılır ve burada sanat hakkındaki görüşlerini paylaşır. 1985 yılında aynı grup, o günlerde Fransa’nın en popüler yazar ve şairlerine, Fransız dilini alçalttıkları gerekçesiyle yoğun eleştiriler yapar. Bu toplantılar esnasında, Nelligan şiirlerini büyük bir duygu yoğunluğu içerisinde okur. Nelligan kendini Romantik geleneğe bağlı bir şair olarak tanımlar. Byron’vari görünüşü, kocaman ışıltılı gözleri ve yarattığı çarpıcı hava ile şiirlerini kendi sesinden dinlemek herkese büyük keyif verir.
1989’de babası Nelligan’ı denizaşırı işler yapan bir tüccarın yanında Liverpool ve Belfast’a gönderir. Babasının ona bir iş edindirmeye çalıştığı anlaşılıyor. Yine daha sonra babası, O’na bir muhasebe memurluğu işi ayarlar. Bu işte Nelligan hiç mutlu değildir; biraz da babasını üzmek için kendini işten attırır. Nelligan bir sanatçı olmaya kararlıdır ve kendini tümüyle şiire adar. Arkadaşlarından kaçar ve kendini sadece yazmaya ve okumaya adar. Bu esnada şiirleri yerel gazete ve dergilerde yayınlanmaktadır.
Yine aynı yıllarda, L’École Littéraire de Montréal Grubu, Nelligan’ın da içinde olduğu bir şiir dinletisi gerçekleştirir. 26 Mayıs 1899’da Nelligan “La Romance du Vin” isimli şiirini büyük bir kalabalık önünde ateşli bir biçimde okur. Orada bulunan dinleyiciler Nelligan’ın şiirini büyük bir alkışla ödüllendirirler ve Nelligan evine kadar büyük bir kortej eşliğinde, omuzlar üzerinde getirilir. Ne yazık ki bu görkemli gün, Nelligan’ın şairliğinin de son günü ve halkla buluştuğu son aktivitedir. Çok kısa bir zaman sonra, 9 Ağustos 1899’a, hassas kişiliğini gerçek hayata bağlayan ince ipler kopar ve akli dengesizlik tanısı ile Saint-Benoit Akıl Hastanesi’ne yatırılır. Nelligan burada Saint-Jean-de-Dieu Hastanesi’ne transfer edilmeden önce tam 25 yıl geçirir. Bu süre zarfında yazmaya devam eder, ancak yaratma kabiliyetini yitirmiştir ve yazdığı şiirlerin çoğu, geçmişte yazdıklarının birer kopyasıdır. 18 Kasım 1941’de aynı hastanede ölür.
Nelligan’dan geriye 170 kadar şiir, sonnet, rondo, şarkı ve nesir şiir kalmıştır. Ve bu şiirlerin tamamı onun 16-19 yaşlarında yazdıklarıdır.
Nelligan, akıl sağlığını yitirmeden önce çeşitli yerlerde 23 kadar şiiri yayınlandı. 1904’de Nelligan akıl hastanesinde iken, en yakın arkadaşı olan Louis Dantin, annesinin izniyle onun 107 şiirini biraraya getirerek kitaplaştırdı.
Nelligan Kanada edebiyatının kurucuları arasında sayılır. Şiirlerinde, zamanın köhnemiş vatanseverlik ve sadakat temalarını bir tarafa bırakarak, Kanada edebiyatının gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Şiirlerinde sembolik bir dil kullanmış karanlık, içsel ve eşsiz imgeleriyle kendine özgü bir şiir dili yaratmıştır. 3
Bu yazıda Nelligan’ın konu edilmesinin, makale yazarı açısından son derece öznel, hatta çokça hiddet dolu bir gerekçesi var: Yaşadığı ülkede, konuştuğu dilde ürün veren hiçbir yazarın, eleştirmenin Nelligan hakkında tek satır kaleme almaya tenezzül etmemeleri. Bu satırların yazarı, yıllardır sanatın, özellikle de edebiyatın içinde yüzdürüldüğü “Egemen Kültür Gemisi”ne kendi nafile uğraşı içerisinde terslenmek; sadece kendi sarayının değil diğer krallıkların da soytarılığını can-ı gönülden eylemekte olan, yabancı ülkelerin kendi kültür fonlarından ayırdıkları destekleri kullanarak Türkiye’de şiir, roman, öykü çevirisi yapan, basan sözümona sanat cengaverlerine küçümseyici bir bakış fırlatmak... Ayrıca, bu satırların okurlarından da özür dilemek isterim; tek satır Fransızca bilmediğimden, Nelligan’ın yazıya dahil ettiğim şiirlerini, 1983 yılında Fred Cogswell’in “Emilè Nelligan’ın Tüm Şiirleri” başlığıyla İngilizce’ye aktardığı kitaptan çevirdim. Doğal olarak, çevirinin çevirisi olan bu dizeler, şiirlerin Fransızca orijinallerindeki ahenkten, estetikten eminim çok uzak kaldılar. Ancak, okurlar arasında Nelligan’a ilgi duyarak şiirlerini Fransızca’dan okuyacak ve belki bir adım daha ileri giderek bu şiirleri Türçeleştirecek şiirseverler çıkarsa, ileriki günlerde büyük bir keyifle kendilerini takip edeceğimi belirtmek isterim.
La Romance du Vin / ŞARABIN ROMANSI
Her şey karışır yeşil bir neşenin canlı parlaklığında
O güzel Mayıs gecesi! Bütün kuşlar koroda
Kalbindeki geçmiş ümitler gibi
Değiştirir nağmelerini açık penceremde
O güzel Mayıs gecesi! Neşeli Mayıs gecesi!
Uzakta bir org soğuk melodilerde parlar
Ve ışınlar, kızıl kılıçlar da.
Deler kalbini ki, kokulu batar o gün
Neşeliyim! Neşeliyim! Şarkı söyleyen kristalde
Dök dök şarabı! Dök daha ve daima
Günlerin üzüntüsünü unutabilmem için
Kötü kalabalığa karşı olan küçümsememde!
Neşeliyim! Neşeliyim! Yaşasın şarap ve sanat!...
Meşhur şiirler yazmayı düşlüyorum
Şiirler ki hüzünlü müzikleri inleten
Uzakta sisin arasından geçen güz rüzgârları
Acı gülüşün ve öfkenin saltanatıdır
Şairin ve küçümsemenin konusu olmanı bilmek
Bir kalbin olmasını ve anlaşılmasını
Yalnız ayın ve kuvvetli fırtınalı gecelerden
Kadınlar! Size içiyorum ki bu yola gülüyorsunuz
İdealimin beni çağırdığı yerde pembe kollarımı açarak
Özellikle size içiyorum somurtkan alınlı erkekler
Ki hayatımı küçümsüyor ve bu eli reddediyorsunuz
Şöhretin içinde bir gök aydınlanırken
Bir ilahi süzülür bu yaldızlı baharda
Gün bitiminde hiç ağlamadım
Ben ki bahtsız gençliğimde el yordamıyla yürüdüm
Neşeliyim! Neşeliyim! Yaşasın Mayıs akşamı!
Çılgınca neşeliyim sarhoş olmadığım halde!
En nihayet mesudum yaşadığım için
Sonunda kalbim iyleşti mi aşktan?
Çanlar çaldı; ortalık akşamın rüzgârı kokuyor…
Ve şarap neşeli dalgalarla akarken
O kadar neşeliyim, o kadar neşeli, çınlayan gülüşümde
Oh! O kadar neşeli ki korkmuyorum hiç susmaktan
Seda Cebeci
17 Mayıs 2007
Kaynakça:
(1) Nelligan, Emile; Altın Gemi
(2) Crane, Hart; Chaplinesque: “Oyunun gereği bu gizlilikler, ama biz / kimsesiz dar sokaklarda ayın / kutsal bir kâse yarattığını gördük boş tenekelerden / ve bütün o eğlencelerin ve arayışların gürültüsünde / bir kedi yavrusunun miyavlayışını duyduk / ...”
(3) Milner, Nina; Nelligan’s Biography by Canadian Literature Research Service
Not: Bu yazı, Monokl'un 2007 Temmuz'unda çıkan 3. sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılmaması rica olunur...
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment