8.12.08

Unutuş / Görkem Göğüş / Sayı 2


Unutuş, muhteviyat bazında eylem suretine bürünmekle beraber kendini tam’lama’sı; her daim unutulanın ‘unutuluş’ şeklinde -eyleme katkı eden olarak- vecd olması aracılığıyla gerçekleşmektedir, edilgenin somut var’lık halinden soyutlanması sonucu ortada kendi kendine gelin-güvey tamlamasının kalacağından kelli. Burada bahsini etmiş olduğum eylem, politik düşüncelerin tahakkümü altında bireyin bireyi ve aynı eksende tarafın tarafı istemli unutuşundan oldukça uzakta mevzilenmekte, farkına varılabileceği üzere. Unutuş tam da farkındasızlık manasına büründükçe unutuş sıfatını almaya hak kazanır nezdimde, delalet edenden ayrı biçimde. Çünkü mevzuubahis unutuş (benim tüm kalbimle/ruhumla/aklımla hissettiğim, geçmişimin gölgesinde -anlama ulaşma ereği sonlanmamasına karşın- şimdi’lik yansıttığı anlamıyla unutuş), tümevarım ile tümden varım ikilisinin haşin pençeleriyle tuğlalar arasına sokulma emelinden sıyrılmış lakin şahsımın özgür kanatlarını kesmesiyle, bir başka labirentin sonsuz’luk’a -şu an- açılmayan tozsuz yollarında kumpas(lar)a kurban gitmiştir. Bilinçsizce yahut bilinçli olduğunun ayırdında olmadan unutmak, işte var’lık’ının önemsenmemesiyle gerçeklenen en acı unutuş budur: yok sayılmak!

Binlerce, milyonlarca unutuşa şahit olmuştur herhalde tarih, üstelik bunları sayfalarına yaz(a)madan. Hepsinin içinde belki en korkuncu, belki de bana en korkunç geleni sanatçının unutulması ve/ya dediğim gibi tüm Dünya tarafından unutulması. Sanatçının içinde kesif halde mevcut bulunan arzu net: sonsuzluk. Ulvi Cemal Erkin defalarca söylemiş: “sanat ölüme meydan okumaktır!” Belki de yüzlerce yıl önce mum ışığında kağıda dökülen mürekkep damlalarını günümüzde müzik olarak soluyup kulağımızla, besteciye abıhayat suyunu içirmiş oluyoruz. Yoktan var edilen, ezelden gelen müziğin arasına nakşedilen notaların -ve aslında bu notaları dinleyen herkesin bir anlamda- tanrısına tapınıyoruz, konser salonunu mabede çevirerek. Bize peygamber edasıyla bunca sırrı aktaran icracıları alkışlarken, orgia hezeyanlarına bırakıyoruz kendimizi. Tüm bu orgazmın tek sorumlusu var: yaratan/besteci. Öldükten sonra bile climaxlara sürükleyebilecek kadar şehvetli/tutkulu adamın çabasını düşünebiliyor musunuz? Adını tunçtan kaideye altın harflerle yazdırarak kendine biçilmiş zamanı umarsızca baltalayan, Demokritos’la dalga geçercesine varlığını müzik biçiminde devam ettiren, isyan eden, mızıkçılık yapan, yıkan, yok eden, yaratan, esirgemeyen, bağışlamayan besteci; ya tüm bu saydıklarıma ulaşamaz da tahayyül boyutunda kalırsa hedefi, yaşamını adadığı yaşama erişemezse... Bence en korkunç unutuş; burada gösteriyor iğrenç suratını, çıkarıp daha az iğrenç maskesini. Artık tek umut var sanatçı için, hatırlanmak. Gayrisi, lafügüzaf.

Bir içe alışın, vakit sonrası aletheia hal’i’ne dönüşü zor; Labadeia’yı unuttuysa bir kere bellek, hem Proust’un satori an(lar)ı, hem de anı’ların anılma olasılığı, meşhur kuyrukluyıldızların fersahlarca altında bulunan dimağın içinde imlenir. Sorun metnin varlığıdır herhalde, madlen suretine bürünmesi arzulanan. Yoksa Agathon’un adı anılırdı da Homeros, Lucanus, Horatius, Ovidius misali; azade ilan edilirdi. Kimi için tüm kağıtlar, bir imzadan ibaret sanı’rım. Mozart’ın Carl Philippe Emanuel Bach’ı anarken unuttuğu B-A-C-H imzası olabilir. Adımını Almanya’dan dışarı atmadığı halde her ülkenin müziğinde -üstelik o ülkenin ismini cüretkar bir edayla esere kazıyarak- eserler veren ve -bu emeline ulaşabilmek adına- gece gündüz incelediği eserler yüzünden kör olan Johann Sebastian Bach’ın akıl almaz hırsı, die Kunst der Fuge’de son olarak tek kelimeyi haykırmayı uygun bulmamış mıydı? Felix Mendelssohn, Mattheus Passion’un notalarını bulduktan sonra mevzuubahis eseri icra ettirmiş olmasa Dünya’nın lethe etkisinden kurtulması -en azından- ertelenecekti.

(Burada yazıdan bağımsız bir parantez açarak, çokluktan doğan çatışmayı belirtmek isterim. Anılardan farklı olarak, yoktan var etme esprisini rüzgar belleyerek hareket eden sanat eseri çokluğun gözlerine görünür. Milyarlarca insandan iğrenip, onları kaba etten müteşekkil yığın tanımıyla kavramlaştıran; kendine tecavüz etmeyi zevk edinmiş biri kendini burada eksikliklerden soyutlar, ihanetle. O halde sabah yıldızından bozma dişlerde çiğnenmek benim yazgım. Üstelik -bir parantezle yahut değil- anlatmaya çalışıyorum ya bunu; tiksiniyorum kendimden.)

Bulunan metin/nota/resim, çok zaman hayal sadece. Bach’ın bahsi edilen çello için yazdığı altı solo süitin bulunması -özellikle var olmasının yadsınmasından dolayı- zor. Pablo Casals ise bulduğunu şu şekilde anlatıyor:

“O öğleden sonrayı tüm yaşamım boyunca unutmayacaktım... Limanın yanındaki kullanılmış müzik kitapları satan dükkanda duraklamıştık. Bir yığın müzik notasını karıştırırken aniden elime bir demet kirlenmiş nota kağıdı geldi. Bunlar, Johann Sebastian Bach’ın solo çello süitleriydi. Oldukça şaşkın baktım üstüne: “Sechs Suiten für Violoncello Solo?” Hangi sihir, hangi gizem bu kelimelerin ardında saklanabilirdi?..” [Pablo Casals, Auf Einem Langen Weg-Licht und Schatten]

Casals ve Bach’ın çello süitleri hatırlanmak suretiyle doksan dokuz kere anıldılar ölümlerinin ardından, altı noktasız bir gezegen olan Satürn misali. Tüm debdebesiyle, işvesiyle tekrar tekrar bitmeyen işkenceye davet edilen kof isimler; bıçak yarasına dönüştürülüp, ince bir tütün tabakasıyla kaplanıp tüketildiler. Sanki oral seksten başka her şeyi düşünen pislik tabakası, sigaranın yuvarlak cisminden nefes nefese kalma yetisini rahatlıkla kazanabilirmiş, ağzından çıkan dumanı yutmayı aklına getirebilirmiş gibi. Oysa cenin pozisyonundayken ne de belli ediyorlardı iğrençliklerini! İğrençliklerini unutmaya yeltenmediler bile...

Unutuş, muhteviyat bazında na-eylem suretine bürünmekle beraber kendini tam’lama’sı; her daim unutulanın ‘unutuluş’ şeklinde -eyleme katkı eden olarak- vecd olması aracılığıyla gerçekleşmemektedir, edilgenin somut var’lık halinden soyutlanması sonucu ortada kendi kendine gelin-güvey tamlamasının kalacağından kelli. Burada bahsini etmiş olduğum eylem, politik düşüncelerin tahakkümü altında bireyin bireyi ve aynı eksende tarafın tarafı istemli unutuşundan oldukça uzakta mevzilenmekte lakin ‘arzu’ ortak paydası sayesinde bağdaştırılabilir hale gelmektedir farkına varılabileceği üzere. Unutuş tam da farkındalığın doğal sonucuna dönüştükçe sıfatsızlığı almaya hak kazanır nezdimde, delalet edenden ayrı biçimde. Çünkü mevzuubahis unutuş (benim tüm kalbimle/ruhumla/aklımla hissettiğim, geçmişimin gölgesinde -anlama ulaşma ereği sonlanmamasına karşın- şimdi’lik yansıttığı anlamıyla unutuş), tümevarım ile tümden varım ikilisinin haşin pençeleriyle tuğlalar arasına sokulma emelinden sıyrılmış lakin şahsımın özgür kanatlarını kesmesiyle, bir başka labirentin sonsuz’luk’a -şu an- açılmayan tozsuz yollarında kumpas(lar)a kurban gitmiştir. Bilinçsizce yahut bilinçli olduğunun ayırdında olmadan unutmak, işte var’lık’ı gözden çıkararak gerçeklenen en şehvetli unutuş budur: yok saymak!

(Unutabilsem kendimi, yazar mıydım sanıyorsunuz tüm nefretimi üstüne istifra etmek istediğim herhangi bir metni?)

ile [bin]

Not: Bu yazı, Monokl'un 2007 Şubat'ında çıkan 2. sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılmaması rica olunur...

No comments: