Roland Barthes “Çağdaş Söylenler” (1) adlı kitabının “Oyuncaklar” denemesine oyuncakların nasıl bütün bir toplumsal değer ve rol sisteminin temsili olarak üretildiğine değinerek başlıyor. Buna göre, geleceğin potansiyel bireyleri olarak görülen ‘küçük insanlar’, çocuklar, oyuncaklar üzerinden yapıya alıştırılıyor, dahası yapının değişmez bir parçası haline getiriliyorlar. Kendi ideolojisini oyuncaklardan da öte üretim araçlarının kontrol ettiği bütün ‘madde’ler üzerinden sürekli yeniden üreten yapı, devamlılığını ve erkini böylece sağlama alıyor, içine sürülen bütün bir potansiyeli eksik bir alan kalmayacak şekilde oluşturduğu mitler üzerinden toplumsallaştırıyor. Barthes, denemesine oyuncaklar üzerinden sistematik olarak aktarılan mitleri açıklayarak devam ediyor. Bu bağlamda çocukların oyuncaklarla girdikleri ilişkide kendilerini ‘demiurgos’ olmaktan uzak ‘sahip, kullanıcı, tüketici’ olarak tanımladıklarını, yaşamı Platonik bir yeniden üretime karşıt olarak verili formların dayattığı mülkiyet kuralları üzerinden deneyimlemek zorunda kaldıklarını belirtiyor. İşte dayatılan bu kurallar ve onların ışığında girilen kimliklenme süreci, oyuncakların ve aslen bütün bir hazır üretim maddelerinin ardındaki miti ve bu mitin yapısal işlevini gözler önüne seriyor.
Benzer yapısalcı bir yaklaşımla Theodor Adorno ve Max Horkheimer, “Aydınlanmanın Diyalektiği” (2) adlı kitaplarının “Toplumsal Bir Aldatma Aracı Olarak Aydınlanma” bölümünde burjuva değerleri üzerine kurulmuş olan yapının kültürel endüstri araçları ile kendi ideolojisini ve dolayısıyla kendisini toplumun her tabakasına nasıl dayattığını göstermektedirler. Aydınlanma ile kayboldukları karanlıktan tekrar gün ışığına çıkartılan rasyonalizm, hümanizm, bireysellik gibi kavramların, Marxist bir yorum çerçevesinde, asıl üretim ilişkilerini gizlediklerini ve bu ilişkilerin ‘madde fetişizm’i tarafından kontrol altında tutulmasını olanaklı kıldıklarını ortaya koyuyor Adorno ve Horkheimer. Asıl üretim ilişkileri ve madde fetişizmi üzerinden dayattılan köleliği ve metalaşmayı örterek bireyi yapının birim taşı olarak kahramanlaştıran ve aynı süreç içinde kendi kendisini olumlayan, mutlaklaştıran ve meşrulaştıran burjuva ideolojisi temellük ettiği aydınlanma kavramlarını kendi içinde dönüştürerek devamlılığını sağlamakta, dahası bir ‘yok-yok dünyası’ illüzyonu üreterek mitini açıkça ifşa etmektedir.
Bu noktada ortaya çıkan sorunsal, yapısalcı bir yaklaşımla varılan mitin ve bu mitin dayattığı madde fetişizminin kaynaklarında yoğunlaşmaktadır. Marx’ın sosyal bir ilişki ve kimliklenme aracı olarak tanımladığı sermaye, bu yapının devamlılığını sağlamadaki en büyük dayanak olarak görülebilir ancak böylesi bir yorum kaçınılmaz olarak mitin ve madde fetişizminin kültürel dayanak ve dönüşümlerini yadsıyacak, Madde Akımı ve daha bir çok avangard şiir akımının saldırıda bulunduğuna inandığım noktaları yok sayacaktır. Ancak özellikle avangard şiirde, bu kültürel dayanakların keşfedilmesinden, dönüştürülmesinden çok, gerçekleşen, yapının ve ideolojisinin dil ve maddeyle girilen ilişkide neyi ne kadar dayattığını deneyimlemek, bu dayatının krokisini çizmek ve yaşananın olanaklarını genişletmekti. Farklı şiir yönelimleri, dönemleri bağlamında sürekli bu ‘etkililiğin’ (3) bireysel sınırlarını belirlemiş ve bu sınırların ötesine geçmenin yollarını aramıştır.
Madde üzerine şiir yazma ve üzerinden şiir okuma pratiklerinin bireyin maddeyle girdiği ilişkide belirlenmiş (overdetermined) 4 deneyimini hangi olanaklara açtığı tartışılması gereken en önemli noktalardan biridir kuşkusuz. Ancak bundan önce bir limit sorunu olarak ‘şiir’in varsayılan organik bir yapı oluşturduğu unutulmamalı. Tanımı sorunsallaştığı andan itibaren şiir belli bir dönüşüm ve dinamikler dizgisi tarihine girmiş, kendi tarihsel süreci içinde sürekli farklı limitlere dayanmıştır. Farklı tarihlerde beslendiği kaynaklar da farklılaşmıştır örneğin. Sorun onun varsayılmasında değil hangi zamanda hangi limite dayanacağının ve onu kendine beden edineceğinin belirlenmesi aşamasında ortaya çıkmakta halbuki. Bu bağlamda şiirin dayandığı kaynaklar, gerçekleştiği limitler, onun yazıldığı dönemin geçişlerinden yararlanmış, örneğin o dönemin öznesini, belli dilsel özelliklerini kullanmıştır. Şiir, kurgulanan ve dolayısıyla bir bedene hapsedilen değil, bedeni neresi ise orada zaten varolan bir yapıdır. Bu anlamda, şiirin evrensel bir tanımına ulaşmak, tıpkı aydınlanma ile hümanizmin insan doğası için yaptığı gibi onu mutlaklaştırmak mümkün değildir. Bunun yanı sıra şiirin limitlerini sadece tarihsel-pratik bir diyalektiğe oturtmak, onu bedensizlikle karşıtlık içinde algılama gibi bir aşırı yoruma götürecektir bizi. Halbuki şiir, aynı oranda bir kaçışın limiti, yapının etkililiğinin sınırları içinde onu çürütme olanakları arama potansiyelidir: hem belli bir semiosis (tarihsel simgeleme süreci) biçiminin Sisyphus’u hem de karşı-demiurgos’u.
Bu noktada özellikle karşı-demiurgos olmanın olanakları ilgilendirecektir şiiri ve maddeyi kırmak isteyen ‘şairi’ ancak maddeyle kurulu ilişkisinin nasıl bir despotluğun ürünü olduğunu göremedikçe onu diliyle bozamayacak, maddenin merkezi iktidarının kaçış noktalarını deneyimleyemeyecektir. Bu merkezde kuşkusuz sosyal-işlevsel mitler; kültürel, politik simge düzenleri; ailevi-kurumsal deneyimler bütünü bulunmakta, ‘şairi’ çevrelemektedir. Sadece maddenin kendisi değil, ‘şairin kendisi’ kendisine dayatılmıştır bu merkez üzerinden. Bu bağlamda, maddenin üzerine şiir yazma pratiği, maddenin merkezi iktidarına bir saldırı, dayattığı semiosisi kırma çabası olmanın yanı sıra metalaşmaya, madde tarafından kimliklenmeye karşı bir başkaldırıdır. Kendi merkezi kimliğinin toplumsallığının farkına vararak başlar bu girişime şair, belirlenmiş algısının kapılarını çalarak. Kimliğinin ve dilinin yapısallığını ve onun kaynaklarını maddenin limitinde çıplak bir şekilde deneyimleyerek, bu yapının açığa çıkmasını sağlar. Madde üzerinden dayatılan bütün kimliklerin ve bunları dayatan kurumların çözünümü, etki alanlarının limitlerinin belirlenmesi sağlanır bu pratikle. İşte böylece varılan farkındalık, Althusser’in sözünü ettiği bilinçsizliğin farkındalığıdır.
Madde üzerinden dayatılan yapının, zaten işlemekte olan bir etkililiğinin oluşu, kuşkusuz bu dayatının ancak kurallarını incelemeye itecektir bizi. Bu noktada öncelikle Marx’ın madde-ürün ayrımını ve ürünleşen maddeyle sorunsallaşan fetişizmi ortaya koymakta yarar var. Maddenin işlev-değeri (use-value) 5 kazanabilmesi için başat koşul üzerinde sarf edilmiş olan emeğin varlığıdır. İşlev-değeri olan madde artık bir üründür ve yine işlev-değeri gibi ve onunla eşdeğerde kendine içkin bir alışveriş-değeri (exchange-value) vardır. Ancak kapitalist düzende piyasaya giren ‘madde’, alışveriş-değerini para üzerinden ifade ettiğinde dolayı başlı başına kendi işlev- ve alışveriş - değerlerini iki ayrı kutupta bulur çünkü artık kendi işlev-değeri, işlev-değeri belli tarihsel süreçler sonucunda başkalaşarak ortadan kaybolan para tarafından yansıtılmakta, ifade bulmaktadır piyasa içinde. Ancak bu ifade, maddeye içkinleştirilmiş, onun ürüne dönüştürülmesinde başat rolü oynamış olan emeği gizlemekte, onun doğrudan kendi karakterine özgü bir bağlamda yansıtılmasını engellemektedir. Ürüne içkin olan toplumsallık, sosyal ilişkiler, üretilmesini gerekli kılan kültürel etmenler de bu yolla göz önünden kaldırılmakta, bir noktada ürünün çok-sesliliği paranın tekilliğine indirgenmektedir. Bundan da öte, ürünün üretilebilirliği tüm piyasanın merkezine oturan evrensel simge olan paranın tahakkümüne girmekte, tüm maddeler adeta ona göre değerlenmekte ve kullanım alanına sokulmaktadır.
Marx’ın madde-ürün ayrımında asıl dikkat edilmesi gereken nokta, maddenin, ürüne dönüştürülüşüyle, paranın kendi işlev-değerinden yabancılaşmış ama evrenselleştirilmiş doğası altında işlev-değerini dolayısıyla toplumsal özelliğini kaybetmiş gibi gözüküyor oluşudur. Buna göre, yapı, ürünün zaten tekil bir bağlamda algılanmasını zorunlu kılıyor. Adeta maddenin ürüne geçişi yok sayılmakta, ürünün tüm karakteri sadece kişisel işlevselliğine indirgenmektedir. Burada öne çıkan, üzerinden dayatılanın gizlendiği madde fetişizmidir. Anlamın tamamen bir merkezin erki altına alındığı bu durum, yapının gizli despotluğunun gücünü aldığı ve madde üzerinden etkililiğini oluşturabildiği yegane kaynaktır. Sadece işleve atfedilen kişisel anlam, aslen yapının despotuluğunca kodlanmış ve Horkheimer ve Adorno’nun da hemfikir olacağı gibi, maddenin işlevi belli kültürel endüstri araçları üzerinden bireyselleştirilmiş ve kimliklenme aracına dönüştürülmüştür. Bireyle ‘madde’nin eksik anlamı arasına işlev-kimlik diyalektiği sokularak, bağlam tamamen bu despotluğun alanına yerleştirilmeye çalışılmıştır.
Bu diyalektik, üretilmiş yada üretilmemiş her maddenin deneyimlenişinde kendiliğinden mevcuttur denebilir çünkü yaşanan, artık tamamen bu ideoloji üzerinden algılanacaktır. Ancak sadece bu yapının farkındalığı, çeşitli olanakları görmeye yetebilir, ‘şair’i işlev üzerinden dayatılan anlamı ve kimlik problemini kovalamaya itebilir kanımca. Madde, kendi sürecinden kopartılan ama despotun kontrolünde sürekli üretilen anlamın ve kimliğin köksüzlüğünün bedeni olarak, şiire bir limit olarak görülmeye başlandığı andan itibaren yapının tersine işleyen bir anlamı-bozma girişiminin tetikleyicisi haline gelecektir. Dil ise, şairle maddenin işlev-anlam/kimlik diyalektiği arasında yapısal eksiklikler arayacak, örneğin anlamın zıtlıklarla kodlanışına saldıracak, göstergelerinin, Derrida’nın terimiyle, ‘iz’lerini çözümleyecektir. Madde fetişizminin kaynaklarını, yani üretilmiş ‘iz’leri dilin ve tam da maddenin sınırlarında etkili hale getiren şiir, bir karşı-demiurgos olarak, kendini sadece yazıldığı ve okunduğu deneyimlerde üreten limitler çerçevesinde, anlamın mitlerini ve yapısını kıran bir parodiye dönüştürme olanağını bulacaktır. Maddenin işlevi üzerinden tekilleşen bağlam, yeniden ama bu sefer sürekli düz-mekanda (Deleuze ve Guattari) ilerleyen, belli anlamlar ve yapılar gözetmeyen bir çoğalma sürecine bırakacaktır kendini. Bu, tıpkı önerildiği gibi, onu ancak kendi işlevi tersine bir akışa sokmakla mümkün olacaktır.
Madde-şiir pratiğiyle önerilen bu akış ne var ki bir göçebelik ideali olarak kalmaya mahkum olduğundan kendini sürekli olarak gerçekleştirebilme imkanından uzaktır. Bunun başat nedeni daha önce de belirtildiği gibi şiirin başlı başına kaçamayacağı bir organik yapının ürünü olması sorunudur. Kendini ve madde üzerinde yeniden kurgulanmış sınırlarını borçlu olduğu yadsınamayacak kimliği varlığının ilk koşuludur bu bağlamda. Hem ürettiği hem kaçtığı söylem, önerilen akışın bu kimliğin neresinde, ne zaman ve hangi koşullarda ortaya çıkacağını belirleyecektir. Her şiir kendi içinde biraz söylediğinden uzaklaşmaya da çalışır kuşkusuz ancak madde-şiir pratiği, şiiri, söyleminin belirlendiği, üretildiği temele yani maddeye yerleştirerek anlamın işlevini kendisiyle bir hesaplaşmaya sokacak, belli tetiklemelerle şiiri kendi kimliğini de aşarak göçebe akışlarda kaymaya zorlayacaktır. Bu oluşlar arası diyalektik, bir karşı-demiurgosluk girişimi olarak madde-şiirin en belirgin özelliğidir.
1- Barthes, Rolandö Çağdaş Söylenler, çev. Tahsin Yücel. (İstanbul: Metis, 2003).
2- Max Horkheimer ve Theodor Adorno, Dialectic of Enlightenment, İng. çev. John Cumming (NY: Continuum, 1986). [Türkçe çeviri: Max Horkheimer ve Theodor Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, 2 cilt, çev. Oğuz Özügül (İstanbul: Kabalcı, 1995-96)]
3- Althusser’in de sözünü ettiği ‘etkililik’ (effectivity) ve ‘bilinçsizliğin bilinci’ (consciousness of unconsciousness) kavramları şiirin akışlarını ve belli dönemlerdeki işlevini anlamada önemli bir rol oynuyor bana kalırsa. Buna göre, şiir, başlı başına yaşanan deneyimin bilinçsizliğinin farkına varma, dahası bu deneyimin yapıyla olan bağlarını tanımlama ve yaşanan üzerindeki etkililiğini belirleme yollarından biri olarak görülebilir.
4- Yine Althusser’in, Freud’tan temellük ettiği bir kavram: overdetermination. Bu kavrama göre, ideoloji ve yapı, yaşanan ve deneyimlenen birbirlerini belirleyen, kendilerini diğerine göre tanımlayan olgular. Burada yaşanan ve deneyimlenenin birbirini belirlemesi anlamında kullanıyorum.
5- Bu ve bundan sonrakiler için bkz. Karl Marx, The Capital Vol. 1
Not: Bu yazı, Monokl'un 2006 Haziran'ında çıkan 1. sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılmaması rica olunur...
No comments:
Post a Comment